Twitter ve ben

Twitter’a ilk olarak 2012’de adım atmıştım. Başta çok kullanmadım ama 2013’de Gezi direnişi haberlerini takip ederken tam anlamıyla bağımlısı oldum. Hesabımı bir ara kapattım, her şeyi sildim, ama sonrasında yeniden açtım. Bu sefer, hayatın cilvesi, daha fazla kişiyle temas kurdum. Daha çok takipçim oldu; dolayısıyla da daha çok sevenim ve nefret edenim.

Ve şimdi, yine kendimi buradan çekip çıkarmalı mıyım diye düşünüyorum…

(Bunu söylerken de refleks olarak biraz ürküyorum çünkü “bırakacaksan bırak, niye uzun uzun yazıyorsun” tepkisi geleceğini biliyorum. Sosyal medya böyle bir şey. Kendi kendine oluşturduğun bir düşünceyi paylaşmak istisnasız şekilde tepki getiriyor. Bunlardan da uzaklaşmak istiyorum zaten biraz.)

Şu haftalarda, Twitter’ın yeni sahibi Musk’un itici hareketlerinin sonucu olarak birçok kişi zaten platformu ya bırakmayı düşünüyor, ya da sessiz sedasız bıraktı. Benim bu sorgulamamın bununla alakası olmadığını söyleyebilmek isterdim, ama bu muhtemelen doğru olmaz. Biz bir sürü hayvanıyız; çevremizde olan bitenlerden epeyce etkileniyoruz. Bazı şeyler uzun zamandır kafamızda olsa da, çevreden gelen yeni ittirmelerle ya bardak taşıyor, ya da eski düşünceyi yeni bakış açısıyla tekrar gözden geçiriyoruz.

Yine de uzun zamandır bu mesele kafamda varmış. Varmış diyorum, çünkü unutmuşum. Yıllardır dokunmadığım blogumun tozunu alıp baktığımda, 2019 başında sosyal medyayı bırakmak hakkında yazdığım bir taslak buldum. Üstelik içinde yazdıklarımın çoğu, son haftalarda kafamda kurup geliştirdiğim argümanlarla aynı.

Şöyle yazmışım üç yıl önceki taslakta:

Facebook’u aylar önce kapatmıştım zaten (belki yıl olmuştur bile, unuttum). Hiç bir içeriği olmayan boş tartışmalar dönüyordu. Bilgi edinme amacıyla kullanamıyordum. Arşivleme ve geride kalmış iyi postları bulma imkanı da çok kısıtlı idi. Akıp giden, kalıcılığı olmayan, çok sığ iletişimlerden ibaretti. Kullanıcısı iken her gün sürekli açar açar bakardım, artık hiç aramıyorum bile.

Twitter’i bırakmadım, çünkü oradan daha sağlam bilgi aldığımı düşünüyordum. Artık bundan da şüpheye düşüyorum.

Twitter’ın tasarımı gereği zaten bir sürü sorunlar mevcut. Benim için başta gelenlerden biri, birbiriyle alakasız bir yığın cümleciğin çorba gibi karışması. Bir siyasi tvit, hemen arkasından komik bir video, ondan sonra bilimsel bir cümle, sonra birisinin boş bir lafı,… Karmakarışık, odaklanmaya imkan vermeyen, bir duygudan öbürüne savuran.

Bilgi almak için takip etmeye çalışmak da beyhude aslında. Diyelim bilimsel bir yazıya link veren bir tvit var. Yazıyı açıp, onun içine dalmayı istemiyor ki insan. Parmakla hızlı hızlı kaydırarak  lüp lüp tüketme modundaki yarı bilinç halinden derin düşünce ve konsantrasyon isteyen bir işe geçemiyoruz. Tembellik ve kolaya kaçmak baskın çıkıyor.

Twitter, haberleri ve günlük olayları takip etmek için iyi denebilir. Hele, bütün gazetelerin iktidar borazanı olduğu bu ortamda. Ama gerçekten iyi bir haber ortamı mı? Hiç bir süzgeçten, kontrolden, denetimden geçmeyen cümlelerin akışı bize malumat veriyor mu sahiden? Birisi bir manşet paylaşıyor, hop oturup hop kalkıyoruz, sonra haberin içini açıp bakıyoruz ki, aslında manşette abartıldığı gibi bir şey değilmiş. Ama artık geri adım atmak için çok geç; “kızacak kadar kötü bir şey dememiş ya” diyemez kimse. Hele de manşetteki provokatif ifade sevmememiz gereken birisi hakkında ise. Çünkü ne de olsa, birini sevmiyorsak o şeytandır; onun söylediği her şey en kötü anlama yorulmak zorundadır; böyle yapmayan şeytanı savunmuş olur.

Sosyal medyanın insanları aşırı kutuplaştırdığı, artık herkesin bildiği bir gerçek. Karşılıklı birbirimizi yuhalamakla geçiyor zamanımız.

Bu, işin “medya” tarafı. Bir de “sosyal” tarafı var ki, daha da beter. Kısa cümlelerle meram anlatmaya çalışıyorsunuz, ve bu cümleler binlerce kişiye, onlardan da onbinlerce kişiye gidiyor. Tanımadığınız, bilmediğiniz, konuşmayla en alakasız kişiler sizin bir ifadenizi alıp olabilecek en ters şekilde yorumlayarak lafa karışma hakkını görüyor kendinde. Şunun gibi: Çay bahçesinde oturuyorsunuz, yanınızda oturan kişiye uzun uzadıya bir şey açıklıyorsunuz, o sırada kulağınıza Antarktika’dan bir ses geliyor: “yuh amk, salak salak konuşuyor!” Sinirlenmemek çok zor. “Bu sosyal medya, normal” demekle iş bitmiyor. Sosyalleşme dediğin, sözlerimizin dünyanın her tarafına yayılması ve alakasız sataşmalara cevap yetiştirmek zorunda kalmak değil ki. Yüzbinlerce yıllık toplumsal hayatımız bizi buna hazırlamadı.

Bir de bu kulağınıza fısıldayanların bazılarının, yüzleri maskeli, ne idüğü belirsiz, hayatta tepki alarak anlam bulan kişiler olduğunu düşünün. Daha da katlanılmaz bir durum çıkıyor ortaya.

Hadi diyelim bir şekilde hariçten gazel okuyanları yanınıza sokmadınız, yanaşanları kovdunuz. İletişim kurduklarınızın hepsi iyi kötü diyalogunuz olan birileri. Yine de bitmiyor iş. Bu mecradaki iletişimde çok derin, tamir edilemez sorunlar var. Yüzyüze olmamanın, bedensiz varlıklarla yazışmanın getirdiği bir gerilim, bir şiddet, bir hırçınlık yayılıyor herkese. Bir söz mü söyledin, hemen bu söz olabilecek en kötü şekilde yorumlanacaktır. Veya tersi. Sözü söyleyeni sevip sevmediğinize göre değişir. Aynı sözü bir dostunuz söyleyince “ne var bunda”, bir düşman söyleyince “rezillik”.

Bir tartışma başladığında söylenen twitler bu şekilde yorumlanacaktır. Daha fenası, hem kısa hem hızlı yazmak zorundayız, çünkü tartışma kızışmış. Çok hızlı cevap yetiştirmeliyiz! – Yardım da almalıyız yanımıza. – Desteklediğimiz dostlarımız ne güne duruyor? – Bana yan çıkmazlarsa canları cehenneme! Artık arkadaş olmayız, bloklarım, giderler.

Hızla ve kısa yazılan cümleler düşük, eksik, ve meramını anlatmaktan uzak olacak ister istemez. O zaman, oradaki boşlukları biz kendimiz doldurmalıyız. Kan beynimize fışkırmışken neyle dolduracağız? Tabii ki kendimize uyan şekilde. Zaten ne kastettiğini anlamaya çalışmakla zaman mı harcayacağız? Hemen cevap yetiştirmeliyiz, vakit kaybetmeden.

Sızlanmak için yazmıyorum bunları. Hepsini ben de yaptım; ben de suçluyum. Ama öyle sanıyorum ki bu tür davranışlar sosyal medyanın tasarımında mevcut. Jules Verne’in Dr. Ox’unun kasabaya saldığı gazla herkesin saldırganlaşması gibi, aşırı hızlı, sığ ve gayrıinsani iletişim ortamı içimizdeki en kötü davranışları dışarı çıkarıyor.

Belki de yanılıyorumdur. Sosyal medyayı gayet efendice kullanan, sakince yazan, kavgalara karışmayan pek çok insan da var. Belki sorun bendedir. Öyleyse de, yine de sosyal medyanın benim için uygun olmayabileceği çıkıyor ortaya.

Cal Newport’un yeni bir kitabı çıktı, “Digital Minimalism” isimli. Diyor ki, maksimalistler küçücük bir fayda bile verse bir şeyi benimserler ve kullanırlar; belki bir işe yarar, lazım olursa eksik olmasın diye. Benim Twitter’a bağlanmam da bu şekilde olmuş anlaşılan: Belki önemli bir haber alırım, belki iyi bir şey öğrenirim. Bu arada bir sürü çerçöp içinde yüzüyorum, ama olsun, yeter ki önemli bir şeyi kaçırmayayım.

Ara sıra eşim “şöyle şöyle bir şey olmuş” diye gelir. Ben de “ohoo, günler önce öğrendim” havalarına girerim. Ne kadar iyi haber alıyorum, değil mi? Ama son bir haftada neler olduğunu özetle deseniz yapamam. Hiç biri aklımda bile kalmadı. Ne kadar iyi bilgilenmişim!

Yanlış bir şey var belli ki bu yaklaşımda.

Newport, maksimalistlerin tersine, minimalistlerin bir aracı kullanmak için hayatlarındaki amaçları göz önünde tuttuklarını söyüyor: Bu yeni araç bana başka şekilde elde edemeyeceğim bir fayda sağlıyor mu? Buna zaman ayırmaya değer mi? Mesela amacım haber almaksa bunun en iyi yolu tweet selini takip etmek midir? Bu amaç için mesela haftada bir saat güvenilir haber kaynaklarını taramak daha verimli olmaz mı? Veya bilimsel haberleri takip etmek için bu haber kaynaklarının twitter akışları yerine doğrudan web sitelerine gitmek, ayda bir belli yazıları okumak daha iyi olmaz mı?

Keza arkadaş edinmek, ortak ilgilerimiz olan yeni insanlar tanımak için en iyi araç sosyal medya mı? Pek emin değilim. Yapımızda var, fiziken aynı yerde bulunmadıkça iyi bir arkadaşlık kurmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Konuşma ve iletişim jestleri, mimikleri, ses tonlarını algılamayı gerektirir. Düzyazıyla aktaramadığımız pek çok şey var bir sohbette. Bunları reddedip sadece klavye başında arkadaşlık ettiğimizi sandığımızda aslında bir barut fıçısı üzerinde oturmakta oluyoruz. Her an patlayabilir, ve dost bildiğinden nefret etmeye başlayabilirsin.

Twitter hesabımda ondört bine yakın twit atmışım. Neredeyse on bin kişi beni takibe alma nezaketini göstermiş. Kişisel blogumda hiç yanına yaklaşamadığım bir sayı; muhtemelen ortak yazarı olduğum bloglarda da. Oysa paylaştığım şeylere bakıyorum, çoğu tepkisel. Çoğunlukla başkasının paylaştıklarını RT etmişim, bazen küçük bir cümle ekleyerek başına. Tarıyorum tarıyorum; üç beş tanesi dışında, silmeye kıyamayacağım hiç bir şey görmüyorum. Blog yazılarımın ise çoğunu seviyorum, saklamaya değer buluyorum.

Hem blog yazsam hem Twitter kullansam? İlginçtir, sosyal medyaya kapıldıktan beri blog üretkenliğim gitgide azaldı. Belki Twitter’da yazmakla kendimi ifade etme ihtiyacımı tatmin ediyorumdur, veya belki sosyal medyanın dikkat dağıtıcılığı yüzünden oturup bir yazı kompozisyonu yapacak zihin gücüm azalmış olabilir. Nedeni her neyse, bende ikisi birden olmuyor. Söyleyecek bir sözümüz varsa, hangisini tercih etmemiz gerektiği belli.

Sosyal medyanın, özel olarak da Twitter’ın iptila yaratmak üzere tasarlanmış olması da sorunu katmerlendiriyor. Bir tvit atıyoruz, sonra like’lar RT’ler geldikçe şeker bulmuş sinek gibi keyifleniyoruz. Tekrar tekrar bakıyoruz acaba kaç etkileşim geldi diye. “Ne güzel laf etmişim, taşı gediğine koymuşum” diye koltuklarımız kabarıyor. Kendimizi Schopenhauer zannetmeye başlıyoruz. Sonra? Birkaç gün içinde ne biz hatırlıyoruz söylediğimizi, ne bir başkası. Sonra bir tweet daha.

Utanarak söylüyorum, bütün bunları düşünmüşüm, ama düşüncelerimin gereğini yapmamışım. Tam tersine, daha da derine bırakmışım kendimi. Şu anda 34 binden fazla takipçim, bir o kadar da tweetim var (ortalama her tweet için bir takipçi). Bu sayede bazı önemli meselelere dair paylaşımları daha fazla kişiye ulaştırmış olabilirim (Boğaziçi Direnişi haberleri gibi), ama daha fazla kötü yoruma ve moral bozucu habere de maruz kaldım.

Bu maruzluğun verdiği ciddi zararlar var. Twitter’daki laf dalaşlarının keskinliğinde karakterimin bozulduğu, düpedüz çirkin tartışmalara girdiğim apaçık bir gerçek. Karşımdaki bunu hakediyor veya etmiyor, farketmez. Muhtemelen onunla Twitter dışında konuşsak aynı sertlikte tartışmayacağız.

Daha da önemlisi, dikkatimi gitgide daha fazla işgal ettiğini farkettim. Her gün, açıkça ifade etmeye utanacağım uzunlukta bir süreyi Twitter’da geçirmeye başladım. Düşüncelerim, takip ettiklerimin (ve onların takip ettiklerinin) paylaşmaya uygun gördüğü şeylerin akışına kapılıp sürüklenmeye başlamıştı. Eskiden yürüyüşe çıkmak benim için düşünceye dalma imkânıydı; son zamanlarda yürürken bile twitter akışına bakmak zorunda hissediyordum kendimi. Bunu yapmamak için telefonu evde bırakarak yürüyüşe çıkıyordum bazen.

Laboratuvar deneyinde, beyninin zevk merkezine bağlanan elektroda akım veren düğmeye sürekli basarak yemeyi içmeyi unutan ve mutlu olarak ölen sıçan gibi olmamak için, bunu bırakmak zorundaydım.

Öncelikle, telefondan twitter aplikasyonunu sildim. Tarayıcımdan login etmiş değildim, şifremi de bakmadan hatırlamıyordum, o yüzden telefondan girme şansım olmadı. Yine de ilk günlerde dışarıdayken cebimden çıkarıp çıkarıp açtım, yerinde bulamayınca cebime geri koydum. Bunun sıklığı beni korkuttu; meğerse ne kadar bağımlıymışım.

Bilgisayarımdaki tarayıcıda ise beni LeechBlock eklentisi korudu. Ara sıra on dakikalık kaçamaklar yapsam da, her seferinde tekrar tekrar kaçamak talep etmek insana ne yaptığını düşündüren bir eylem oluyor. Bir yerden sonra kendinizden utanıyorsunuz.

Böyle birkaç hafta geçti; artık siteyi açmak için özel bir arzu duymuyorum. Ara sıra ne var ne yok diye baktığımda da gündemi artık takip edemediğimi (mutlulukla) fark ettim. Bakıyorum, birileri bir şeylere kızıyor, ama neye kızdıklarını tam anlamıyorum, anlamak için uğraşmaya da üşeniyorum.

Kullanımı düşürmek iyi geldiğine göre, daha da düşürüp çoğunlukla izleyici haline gelmeyi planlıyorum. Çok az yazmak istiyorum, onların da ya kişisel haberler (blog yazısı vb gibi) veya pozitif şeyler olmasına niyetliyim. Muhtemelen Mastodon hesabımda olur onlar da. Yeni ve nereye varacağı bilinmeyen bir platform, ama Twitter’a göre çok temel farklara sahip oluşu, burada bahsettiğim sakıncaların bir kısmını engelleyebilir.

[Ekleme: Bluesky hesabı da açtım.]

Tabii tek dikkat dağıtıcı Twitter değil. Belki bu boşluğu dolduracak başka şeyler çıkar, ama hiç biri bende Twitter kadar bağımlılık yaratmadı. Bunu kesip attıktan sonra gerekirse onları da bırakmak çok zor olmaz sanıyorum.

Sessizce çekilmek yerine neden böyle uzun uzun yazdığıma gelince: Benzer durumda olanların geçmiş yıllarda yazdıkları tecrübeleri benim için faydalı oldu. Belki benim düşüncelerimin de başkasına yararı olur. Benim tecrübelerim sizinkine uymuyorsa, bu yazı sizin için yazılmış değildir.

(Aslında bu yazı benden başkası için de yazılmış değil. Yazmakla düşünmek aynı şey aslında. Yazarak düşünürüz, yazdıkça düşünceyi ilerletiriz. Düşünmek için yazdım. Madem ki yazdım, niye yayınlamayayım?)