Sayı oyunlarında tanrıyı aramak

Onsekizinci yüzyılın entelektüel devleri olan Dennis Diderot ile Leonhard Euler arasında geçtiği söylenen bir hikaye vardır:

1773-1774 yıllarında Diderot, Çariçe 2. Katerina’nın davetlisi olarak San Petersburg’u ziyaret eder. Ateist olan Diderot, felsefi fikirlerini büyük bir coşku ve sarahatle her ortamda yaymaktan hiç çekinmez. Saray çevresindeki muhafazakar insanlar bundan rahatsız olmaktadır, ama Çariçe büyük hayranlık duyduğu konuğunu emirle susturmak istemez.

O sırada San Petersburg’da yaşamakta olan dindar matematikçi Euler ile bir düzen kurarlar. Saraydaki bir davet sırasında Euler, Diderot’ya gelir ve “Tanrı’nın varlığını cebirsel olarak ispat edebilirim.” der. Diderot bu ispatı duymayı çok istediğini söyleyince, Euler “Beyefendi” der, “(a+b^n)/n = x , öyleyse Tanrı vardır. Buyrun cevap verin.”

Hikayeye göre Diderot matematikten hiç anlamadığı için bunun anlamsız bir uydurma olduğunu görememiş ve cevap verememiş. Saray erkanının önünde gülünç hale düşmüş ve kısa zaman sonra San Petersburg’u terketmiş.

Hikayenin bu şeklinin uydurma olduğu kesin. Diderot matematikten gayet iyi anlardı, hatta matematik alanında bilimsel yayınları vardı. Euler gibi bir dahi de bu kadar çiğ bir zırva üretecek karakterde değildi. Eğer böyle bir diyalog olduysa, yüksek ihtimalle şaka amaçlıydı. Belki Diderot kendini Euler’den gelecek ciddi bir argümana ciddi bir cevap vermeye hazırlamıştı. Oysa böyle bir saçmalığa verilebilecek hiç bir cevap olamazdı, ancak benzer bir şakayla mukabele edilebilirdi.

Yine de, bunu aydınlatıcı bir mesel olarak da ele alabiliriz. Hikaye, anlamsız ifadeleri matematiksel bir görünüme büründürerek kafa karıştırmaya çalışanların tartışma tarzını gösteriyor. Böyle bir argümana maruz kalan birisi, eğer matematikten anlamıyorsa, herhalde benim bilmediğim bir hikmet vardır diye düşünerek geri çekiliyor. Anlayan ise, bu saçmalığın neresini düzelteceğini bilemediği için diyecek birşey bulamıyor. Safsatayı üreten, iki halde de kendini muzaffer ilan ediyor.

Bu obskürantizm türüne siyaset bilimi, iktisat, işletme gibi alanlarda rastlanabiliyor.

Akademik alanda, Nobel ödüllü ekonomist Paul Romer, meslektaşlarını “mathiness”in yaygınlaşmasına karşı uyardı. Sokal ve Bricmont “Son Moda Saçmalar” isimli kitaplarında bazı ünlü felsefe ve sosyoloji uzmanlarının sözde-matematiksel argümanlarını eleştirdiler.

Tanrının varlığını “ispat etmeye” çalışan bazı teolojik argümanlarda da sözde matematikselliğe bol bol rastlıyoruz. Bunlardan “Tevrat Şifresi” ve “19 Mucizesi” en çok bilinenlerden. Bunlar genel olarak nümeroloji (sayılara mistik anlamlar yükleme) ve gematria (harflere veya kelimelere sayısal değerler atama) uygulamalarına dayanıyor. Bu uygulamaların kökleri Yahudi mistisizmine ve Pisagorculuğa kadar uzanıyor.

“Benzeri yazılamaz, demek ki tanrı var”

İslamcılar arasında, Kuran’ın matematiksel bir yapısı olduğunu göstermek, bu yapıyı bir şekilde düşük bir olasılığa bağlamak (genellikle olasılık teorisini pek iyi anlamadan), ve böylelikle Kuran’ın gerçekten tanrısal kaynaklı olduğunu “ispatlamak” gibi bir motivasyon var.

Bu çaba, Kuran’ın birkaç ayetinden ilham alıyor, örneğin:

“Kulumuza indirdiğimiz kitaptan dolayı bir şüphe içinde iseniz onun benzeri bir sûre de siz getirin, Allah’tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın; eğer iddianızda samimi iseniz!” (Bakara 23)
“De ki: ‘Yemin ederim, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için ins ve cin bir araya gelip birbirine destek olsa dahi onun benzerini ortaya koyamazlar.'” (İsra 88)

Bu meydan okuma için İcaz-ül Kur’an (Kuran’ın aciz bırakışı) terimi kullanılıyor. Özünde, taleplere rağmen İslam peygamberinin bir mucize gösterememesi üzerine, “asıl mucize Kuran’dır, inamıyorsan sen de benzerini yap” diyerek topu taca atması etrafında gelişen bir argümanlar zinciri.

“Benzer” ile neyin kastedildiği pek net değil. Kutsal sayılan metin olarak Kuran benzersiz değil; birçok başka kutsal metin var. Dilinin güzelliği, dinleyeni etkilemesi gibi boyutlarda benzersiz oluşu öne sürülüyor, ama bunların hepsi zaten onu benzersiz bulmak isteyenlerin sübjektif yargısı. Bir Hıristiyan da İncil’in benzersiz olduğunu aynı argümanlarla ileri sürebilir.

Kaldı ki “benzerini üretememe” kriterinin bir metnin ilahi kaynaklı olması ile alakası yok. Ben de Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin benzerinin yazılamayacağını ileri sürebilirim ve bu iddia çürütülemez. Tersten bakarsak, gerçekten ilahi kaynaklı olan sözler gayet basit ve süssüz, benzerini her yerde duyabileceğiniz dümdüz cümleler de olabilir, niye olmasın ki?

7ve19 ile aritmetik oyunları

Kuran’ın benzersizliğini sayısal kriterlere dayayarak, diğer İcaz-ül Kur’an argümanlarının sübjektifliğinden kurtarma iddiasında olanlar var. 7ve19 sitesi de bunlardan biri.

Sitedeki yazıların üslubu garip ve gereksiz derecede saldırgan. Sayısal ve objektif bir yöntemi olduğunu iddia edenlerden daha serinkanlı bir üslup beklenirdi. Öne sürülen yöntemler, aslında amatör heveslilerde örneği çok görülen türden dört işlem oyunları. Hepsi 7 ve 19 sayıları etrafına inşa edilmiş, çünkü bu sayılar Kuran’da geçiyormuş.

Sitenin genel “teorisini” anlamak kolay değil. Düzenli veya odaklanmış bir yapısı yok. Açıklamalar muğlak, çoğunlukla youtube videolarına yönlendiriyor. Ancak sayısal kriterleri listelediği uzun bir yazı mevcut. (Burada 19 tane kriter olduğunu söylüyor ama 9-1’den 9-3’e ve 19-1’de 19-4’e kadar kriterler de eklemiş olduğu için 26 kriter var. Sihirli bir sayı vermek daha etkileyici görünse gerek.)

Kriterler belli sureler üzerinden oluşturulmuş. Bunlar huruf-u mukatta adı verilen, bir anlam taşımayan harflerle başlayan sureler (ha-mim veya ayn-sin-kaf). Site bunlara “kodlama harfleri” diyor. Örnek olarak birinci kriter şöyle:

Kriter-1: 7 adet Sure getiriniz. Getireceğiniz bu surelerin 2 adet kodlama harfi olmalıdır. Her surenin kodlama harflerinin sayılarından oluşan tablonun birinci sütunda 3 basamaklı, ikinci sütununda 2 basamaklı sayılar bulunmalıdır.

Bu ne demek derseniz, şu tabloya bakın. Ha ve Mim ile başlayan yedi sure içinde, Ha ve Mim harflerinin kaç kere geçtiğini gösteriyor (bunu kendim kontrol etmedim, sitenin doğru saydığını varsayıyorum). Sizin yazacağınız surede de, seçtiğiniz kodlama harfleri metnin içinde benzer sayıda olmalı (birincisi yüzler, ikincisi onlar mertebesinde).

İkinci kriter şöyle:

“Getireceğiniz 7 surenin içindeki kodlama harflerinin toplamı 19’a tam olarak bölünmelidir. Olasılık değeri 1/19    19’da 1 ihtimaldir. (Reşat Halife – 1984)”

Yukarıdaki tablodaki sayıların hepsini topladığınızda 2147 oluyor, bu da 19’un katı. Kritere göre, sizin yazdığınız surede de aynısı geçerli olmalı.

Peki neden 19? Yazara göre Kuran’da geçtiği için. Ama yine yazara göre 7 sayısı da önemli, neden 7’ye bölmüyoruz? Belki onunla kalansız bölünemediği içindir (!)

Başka sorular da geliyor akla. Bölme işleminin hususiyeti nedir? Neden başka herhangi bir işlem değil de bölme? Toplamın 19 tabanlı logaritmasını almamak için bir sebep var mı? Veya sayıların 19. kuvvetlerinin toplamının 19. basamağını? Tanrı Kuran’da bir kodlama yaptıysa, herhalde daha sofistike işlemler kullanabilecek hesap gücü vardır. Bu tercihlere dair bir açıklama göremedim sitede.

Üstelik, bu sonucun ortaya çıkma olasılığını 1/19 olarak vermek doğru değil. Bu tahmin sanırım bir tamsayıyı 19’a böldüğümüzdeki kalanın 0 ile 18 arasındaki sayılardan biri olduğu düşüncesine dayanıyor, ama bu kalanların her birinin eşit olasılıklı olduğunu düşünmek için bir sebep yok.

Üçüncü kriter, tablodaki sayıların toplamının, o sayıların rakamlarının toplamına bölümünün 19 olması gerektiği. Neden rakamları topluyoruz, bunun için makul gerekçe nedir? Bilinmiyor. Neden toplamak yerine mesela çarpmıyoruz? O da bilinmiyor.

Bu sonucun olasılığının 1/40 olduğu öne sürülmüş. Nedeni belirsiz.

Bundan sonra kriterler gitgide uçuklaşıyor. Örneğin, tablodaki sayılar çeşitli aranjmanlarla yanyana getirilip büyük bir sayı oluşturuluyor ve bunların 7 veya 19 bölümlerinden kalanlara dair kriterler konuyor.

Neden beşinci kriterde mod 19 kullanılmışken altıncı kriterde mod 7 kullanılmış? Neden yedinci kriterde iki ayrı mod var ve ikincisinde kalan 0 yerine 7? Bunların net bir açıklaması yok.

Bu sayılar birçok değişik düzende birleştirilebilir. Neden sadece bu düzenler kurulmuş? Tahminim, sadece bu kriterlerde 7 ve 19’a bölünüp, sihirli sayılardan biri kalan olarak bulunabildiği için. Bu şekilde Sayılara işkence edip, sadece işimize gelen sonuçları alarak, yani “data mining” yaparak her şeyi kanıtlayabiliriz.

Daha sonraki kriterlerin bazıları Ebced hesabına dayanıyor. Ebced kodlaması sadece Arap alfabesi için geçerli, ama yazar üretilen surelerin her dilde (“Türkçe, Latince”) yazılabileceğini söylüyor. Bunların ebced hesabının nasıl yapılacağı belli değil.

Her kriterle ilgili bir olasılık değeri veriliyor, ama yukarıda açıkladığım gibi, bunların doğruluğu şüpheli. Dahası, yazar kriterlerin olasılıklarını çarparak “toplam olasılık” elde ediyor. Ancak, tekil olasılıkları çarparak birleşik olasılığı bulmak, sadece kriterler birbirinden bağımsızsa geçerlidir. Oysa yazar kriterlerin hepsinin birbirine bağlı olduğunu iddia ediyor, o zaman olasılıkların basitçe çarpılması doğru olmaz.

İlerideki daha karmaşık kriterlerde, sure içindeki kodlama harflerinin yerine ebced karşılıklarını koyarak uzun bir rakam dizisi oluşturuluyor ve bu rakamın 7 veya 19’a bölümlerinden kalanlar hesaplanıyor. Örneğin:

Ancak, bilgisayar işlemcilerinin yapısı yüzlerce basamaklı sayılarla hesap yapmaya uygun değildir. Bu kadar büyük sayılarla aritmetik yapmak için “arbitrary precision arithmetic” adı altında tanımlanan özel algoritmalar kullanmak gerekir. Bu hesapları yapanların buna dikkat ettiklerine, hatta bu problemden haberdar olduklarına dair bir işaret yok.

Overfitting

Bu sitedeki “objektif” kriterlerin pek öyle objektif olmadığını, ellerindeki metne uyacak şekilde hazırlandığını görebiliyoruz. Zaten taraflılıklarını hiç saklamadan, Kuran’ın ilahi söz olduğu varsayımıyla yola çıkarak üst üste farklı şartlar bindiriyorlar ve “benzerini yaz bakalım” gibi bir meydan okumaya giriyorlar. Çok fazla kriter olmasını, güvenilirliğinin bir ölçüsü olarak görüyorlar.

Bunda yanlış olan ne? Mesele şu ki, çok fazla ayrıntı benzerlik denen şeyi anlamsızlaştırır. Basit bir örnekle, ana hatlarıyla çizilmiş bir yüz birçok kişiye benzeyebilir. Ama hiperrealist şekilde, cildindeki gözeneklere kadar birebir çizilmiş bir resim elbette ki modelinden başka kimseye benzemeyecektir.

Scott McCloud, “Understanding Comics”

Bu yapılan, istatistiksel modellemede “aşırı öğrenme” (overfitting) olarak bilinir. Elinizde bulunan veriyi açıklayacak bir model kurmak istersiniz. O kadar iyi bir model kurarsınız ki, her şeyini mükemmel olarak buluyordur. Ama aynı modeli başka bir veri kümesine uyguladığınızda işe yaramaz; çok hatalı olduğunu görürsünüz. Bir kişinin vücuduna mükemmel oturan takım elbise üreten bir konfeksiyon atölyesi gibisiniz; elbise başka hiç kimseye uymayacaktır. Matematiksel dille, model genellenemez.

Yani, böyle aşırı sayıda kriterler konduğunda elbette “benzerini” üretemezsiniz. Ama bu, Kuran’a özgü bir şey değildir. Böyle bir yaklaşımı her türlü metne uygulayabilirsiniz. İlyada, Yüzüklerin Efendisi, Penthouse Mektuplar Köşesi Antolojisi… 19 ve 7 sayıları kullanılmaz da, paragrafların ilk harfleri kullanılır, sayfanın son kelimeleri kullanılır. Hayal gücünüze ve takıntı derecenize kalmış. Her birinin benzeri üretilemeyecek eşsiz metinler olduğunu bu şekilde savunabilirsiniz. Ama bu neyi kanıtlar ki?

“Benzerini oluşturmak” aslında bir model kurmak demektir. Model ise bir genellemedir. Genelleme yapılamayacak bir model kurmak, hiç model kurmamaktır aslında. Bir kişiden başkasına uymayacak bir elbiseyi mağazalarda satmaya çalışmak gibi.

Öte yandan benzerlik kavramının anlamının kalmayacağı kadar “aşırı öğrenilmiş” bir model, nümerolojik İcaz’ül Kuran savunucularının tam istediği olabilir. Kuran’ın tanrı sözü olduğuna inanan müminler, bunun aksine dair herhangi bir argümanı kabul edemezler, yoksa şirke girmiş olurlar.

İslam ilahiyatçılarının bu gibi nümerolojik girişimlere hoş bakmadığı anlaşılıyor. İslam Ansiklopedisi’ne göre “Reşâd Halîfe tarafından on dokuz sayısına bağlı bir i‘câz teorisi ileri sürülmüşse de bu telakki, Bahâîlik inancını temellendirmeyi amaçlayan bir çalışma olarak değerlendirilmiş ve tutarsızlıkları kanıtlanmıştır.”

Zaten, Kuran’ın mesajına önem veren birisi, sırf harflerinin aritmetiği belli ilişkilere uyuyor diye herhangi bir metni neden Kuran’a denk saysın ki?

“Hodri meydan”?

Bu gibi garip sayısal oyunlar uyduranlar, herhalde çok orijinal ve dahiyane bir iş yaptıklarını düşünüyor olmalılar ki, inanmayanlara saldırgan tavırlarla meydan okuma hevesine kapılmaya çok meyilliler. Bu meydan okuma onların varlığında ve inancında önemli bir yer alıyor olsa gerek.

Dilleri ne kadar saldırgan da olsa, ergenliğini aşmış birisinin böyle kışkırtmalara cevap vermesine gerek olduğunu düşünmüyorum. Faydası yok öncelikle. Eğer bu karmakarışık (ve muhtelemen tutarsız) formüllerden bir şey çıkartmayı başaramazsanız, bunu kendi propagandaları için kullanacaklar. Veya diyelim ki, benzerliğe uyan bir şey çıkardınız. Bunu kabul etmeleri mümkün değil, çünkü bunun olamayacağına iman etmişler. Akla geldik gelmedik her türlü safsatayı yaparak aslında “benzerlik olmadığını” savunacaklar.

Üstelik, bu meydan okumayı kabul etmek kanıt gösterme yükümlülüğünü ters çevirmektir. Bir metnin görülmeyen, duyulmayan, kendini göstermeyen bir tanrıdan kaynaklandığını iddia eden kişi, bu tuhaf iddiasına kanıt göstermekle yükümlüdür. Bu iddiaya inanmayanların ise böyle bir yükümlülüğü yok. Olağanüstü (bilinen her şeye aykırı) iddialar olağanüstü (doğrudan, somut, su götürmez) kanıtlar ister. Nereden çıktığı belirsiz acaip aritmetik oyunları yeterli bir kanıt sağlamaz.

Bu temel prensibi kabul etmeyen olabilir; o halde ben de bir meydan okuma yapayım: Bir avuç suyu yere döktüm, aşağıdaki gibi bir şekil çıktı. Siz de alıp dökün. Eğer benzerini oluşturamazsanız tanrı yoktur. Ama kriterlerim var: Üstte şu uzunlukta bir çıkıntı olacak, sağ altta şu derinlikte bir girinti olacak, içinde şu dağılıma uyan çapta boşluklar olacak, vesaire vesaire. Hodri meydan!

130,000+ Water On Floor Stock Photos, Pictures & Royalty-Free Images - iStock | Water on floor overhead, Water on floor leak, Spilled water on floor

Twitter ve ben

Twitter’a ilk olarak 2012’de adım atmıştım. Başta çok kullanmadım ama 2013’de Gezi direnişi haberlerini takip ederken tam anlamıyla bağımlısı oldum. Hesabımı bir ara kapattım, her şeyi sildim, ama sonrasında yeniden açtım. Bu sefer, hayatın cilvesi, daha fazla kişiyle temas kurdum. Daha çok takipçim oldu; dolayısıyla da daha çok sevenim ve nefret edenim.

Ve şimdi, yine kendimi buradan çekip çıkarmalı mıyım diye düşünüyorum…

(Bunu söylerken de refleks olarak biraz ürküyorum çünkü “bırakacaksan bırak, niye uzun uzun yazıyorsun” tepkisi geleceğini biliyorum. Sosyal medya böyle bir şey. Kendi kendine oluşturduğun bir düşünceyi paylaşmak istisnasız şekilde tepki getiriyor. Bunlardan da uzaklaşmak istiyorum zaten biraz.)

Şu haftalarda, Twitter’ın yeni sahibi Musk’un itici hareketlerinin sonucu olarak birçok kişi zaten platformu ya bırakmayı düşünüyor, ya da sessiz sedasız bıraktı. Benim bu sorgulamamın bununla alakası olmadığını söyleyebilmek isterdim, ama bu muhtemelen doğru olmaz. Biz bir sürü hayvanıyız; çevremizde olan bitenlerden epeyce etkileniyoruz. Bazı şeyler uzun zamandır kafamızda olsa da, çevreden gelen yeni ittirmelerle ya bardak taşıyor, ya da eski düşünceyi yeni bakış açısıyla tekrar gözden geçiriyoruz.

Yine de uzun zamandır bu mesele kafamda varmış. Varmış diyorum, çünkü unutmuşum. Yıllardır dokunmadığım blogumun tozunu alıp baktığımda, 2019 başında sosyal medyayı bırakmak hakkında yazdığım bir taslak buldum. Üstelik içinde yazdıklarımın çoğu, son haftalarda kafamda kurup geliştirdiğim argümanlarla aynı.

Şöyle yazmışım üç yıl önceki taslakta:

Facebook’u aylar önce kapatmıştım zaten (belki yıl olmuştur bile, unuttum). Hiç bir içeriği olmayan boş tartışmalar dönüyordu. Bilgi edinme amacıyla kullanamıyordum. Arşivleme ve geride kalmış iyi postları bulma imkanı da çok kısıtlı idi. Akıp giden, kalıcılığı olmayan, çok sığ iletişimlerden ibaretti. Kullanıcısı iken her gün sürekli açar açar bakardım, artık hiç aramıyorum bile.

Twitter’i bırakmadım, çünkü oradan daha sağlam bilgi aldığımı düşünüyordum. Artık bundan da şüpheye düşüyorum.

Twitter’ın tasarımı gereği zaten bir sürü sorunlar mevcut. Benim için başta gelenlerden biri, birbiriyle alakasız bir yığın cümleciğin çorba gibi karışması. Bir siyasi tvit, hemen arkasından komik bir video, ondan sonra bilimsel bir cümle, sonra birisinin boş bir lafı,… Karmakarışık, odaklanmaya imkan vermeyen, bir duygudan öbürüne savuran.

Bilgi almak için takip etmeye çalışmak da beyhude aslında. Diyelim bilimsel bir yazıya link veren bir tvit var. Yazıyı açıp, onun içine dalmayı istemiyor ki insan. Parmakla hızlı hızlı kaydırarak  lüp lüp tüketme modundaki yarı bilinç halinden derin düşünce ve konsantrasyon isteyen bir işe geçemiyoruz. Tembellik ve kolaya kaçmak baskın çıkıyor.

Twitter, haberleri ve günlük olayları takip etmek için iyi denebilir. Hele, bütün gazetelerin iktidar borazanı olduğu bu ortamda. Ama gerçekten iyi bir haber ortamı mı? Hiç bir süzgeçten, kontrolden, denetimden geçmeyen cümlelerin akışı bize malumat veriyor mu sahiden? Birisi bir manşet paylaşıyor, hop oturup hop kalkıyoruz, sonra haberin içini açıp bakıyoruz ki, aslında manşette abartıldığı gibi bir şey değilmiş. Ama artık geri adım atmak için çok geç; “kızacak kadar kötü bir şey dememiş ya” diyemez kimse. Hele de manşetteki provokatif ifade sevmememiz gereken birisi hakkında ise. Çünkü ne de olsa, birini sevmiyorsak o şeytandır; onun söylediği her şey en kötü anlama yorulmak zorundadır; böyle yapmayan şeytanı savunmuş olur.

Sosyal medyanın insanları aşırı kutuplaştırdığı, artık herkesin bildiği bir gerçek. Karşılıklı birbirimizi yuhalamakla geçiyor zamanımız.

Bu, işin “medya” tarafı. Bir de “sosyal” tarafı var ki, daha da beter. Kısa cümlelerle meram anlatmaya çalışıyorsunuz, ve bu cümleler binlerce kişiye, onlardan da onbinlerce kişiye gidiyor. Tanımadığınız, bilmediğiniz, konuşmayla en alakasız kişiler sizin bir ifadenizi alıp olabilecek en ters şekilde yorumlayarak lafa karışma hakkını görüyor kendinde. Şunun gibi: Çay bahçesinde oturuyorsunuz, yanınızda oturan kişiye uzun uzadıya bir şey açıklıyorsunuz, o sırada kulağınıza Antarktika’dan bir ses geliyor: “yuh amk, salak salak konuşuyor!” Sinirlenmemek çok zor. “Bu sosyal medya, normal” demekle iş bitmiyor. Sosyalleşme dediğin, sözlerimizin dünyanın her tarafına yayılması ve alakasız sataşmalara cevap yetiştirmek zorunda kalmak değil ki. Yüzbinlerce yıllık toplumsal hayatımız bizi buna hazırlamadı.

Bir de bu kulağınıza fısıldayanların bazılarının, yüzleri maskeli, ne idüğü belirsiz, hayatta tepki alarak anlam bulan kişiler olduğunu düşünün. Daha da katlanılmaz bir durum çıkıyor ortaya.

Hadi diyelim bir şekilde hariçten gazel okuyanları yanınıza sokmadınız, yanaşanları kovdunuz. İletişim kurduklarınızın hepsi iyi kötü diyalogunuz olan birileri. Yine de bitmiyor iş. Bu mecradaki iletişimde çok derin, tamir edilemez sorunlar var. Yüzyüze olmamanın, bedensiz varlıklarla yazışmanın getirdiği bir gerilim, bir şiddet, bir hırçınlık yayılıyor herkese. Bir söz mü söyledin, hemen bu söz olabilecek en kötü şekilde yorumlanacaktır. Veya tersi. Sözü söyleyeni sevip sevmediğinize göre değişir. Aynı sözü bir dostunuz söyleyince “ne var bunda”, bir düşman söyleyince “rezillik”.

Bir tartışma başladığında söylenen twitler bu şekilde yorumlanacaktır. Daha fenası, hem kısa hem hızlı yazmak zorundayız, çünkü tartışma kızışmış. Çok hızlı cevap yetiştirmeliyiz! – Yardım da almalıyız yanımıza. – Desteklediğimiz dostlarımız ne güne duruyor? – Bana yan çıkmazlarsa canları cehenneme! Artık arkadaş olmayız, bloklarım, giderler.

Hızla ve kısa yazılan cümleler düşük, eksik, ve meramını anlatmaktan uzak olacak ister istemez. O zaman, oradaki boşlukları biz kendimiz doldurmalıyız. Kan beynimize fışkırmışken neyle dolduracağız? Tabii ki kendimize uyan şekilde. Zaten ne kastettiğini anlamaya çalışmakla zaman mı harcayacağız? Hemen cevap yetiştirmeliyiz, vakit kaybetmeden.

Sızlanmak için yazmıyorum bunları. Hepsini ben de yaptım; ben de suçluyum. Ama öyle sanıyorum ki bu tür davranışlar sosyal medyanın tasarımında mevcut. Jules Verne’in Dr. Ox’unun kasabaya saldığı gazla herkesin saldırganlaşması gibi, aşırı hızlı, sığ ve gayrıinsani iletişim ortamı içimizdeki en kötü davranışları dışarı çıkarıyor.

Belki de yanılıyorumdur. Sosyal medyayı gayet efendice kullanan, sakince yazan, kavgalara karışmayan pek çok insan da var. Belki sorun bendedir. Öyleyse de, yine de sosyal medyanın benim için uygun olmayabileceği çıkıyor ortaya.

Cal Newport’un yeni bir kitabı çıktı, “Digital Minimalism” isimli. Diyor ki, maksimalistler küçücük bir fayda bile verse bir şeyi benimserler ve kullanırlar; belki bir işe yarar, lazım olursa eksik olmasın diye. Benim Twitter’a bağlanmam da bu şekilde olmuş anlaşılan: Belki önemli bir haber alırım, belki iyi bir şey öğrenirim. Bu arada bir sürü çerçöp içinde yüzüyorum, ama olsun, yeter ki önemli bir şeyi kaçırmayayım.

Ara sıra eşim “şöyle şöyle bir şey olmuş” diye gelir. Ben de “ohoo, günler önce öğrendim” havalarına girerim. Ne kadar iyi haber alıyorum, değil mi? Ama son bir haftada neler olduğunu özetle deseniz yapamam. Hiç biri aklımda bile kalmadı. Ne kadar iyi bilgilenmişim!

Yanlış bir şey var belli ki bu yaklaşımda.

Newport, maksimalistlerin tersine, minimalistlerin bir aracı kullanmak için hayatlarındaki amaçları göz önünde tuttuklarını söyüyor: Bu yeni araç bana başka şekilde elde edemeyeceğim bir fayda sağlıyor mu? Buna zaman ayırmaya değer mi? Mesela amacım haber almaksa bunun en iyi yolu tweet selini takip etmek midir? Bu amaç için mesela haftada bir saat güvenilir haber kaynaklarını taramak daha verimli olmaz mı? Veya bilimsel haberleri takip etmek için bu haber kaynaklarının twitter akışları yerine doğrudan web sitelerine gitmek, ayda bir belli yazıları okumak daha iyi olmaz mı?

Keza arkadaş edinmek, ortak ilgilerimiz olan yeni insanlar tanımak için en iyi araç sosyal medya mı? Pek emin değilim. Yapımızda var, fiziken aynı yerde bulunmadıkça iyi bir arkadaşlık kurmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Konuşma ve iletişim jestleri, mimikleri, ses tonlarını algılamayı gerektirir. Düzyazıyla aktaramadığımız pek çok şey var bir sohbette. Bunları reddedip sadece klavye başında arkadaşlık ettiğimizi sandığımızda aslında bir barut fıçısı üzerinde oturmakta oluyoruz. Her an patlayabilir, ve dost bildiğinden nefret etmeye başlayabilirsin.

Twitter hesabımda ondört bine yakın twit atmışım. Neredeyse on bin kişi beni takibe alma nezaketini göstermiş. Kişisel blogumda hiç yanına yaklaşamadığım bir sayı; muhtemelen ortak yazarı olduğum bloglarda da. Oysa paylaştığım şeylere bakıyorum, çoğu tepkisel. Çoğunlukla başkasının paylaştıklarını RT etmişim, bazen küçük bir cümle ekleyerek başına. Tarıyorum tarıyorum; üç beş tanesi dışında, silmeye kıyamayacağım hiç bir şey görmüyorum. Blog yazılarımın ise çoğunu seviyorum, saklamaya değer buluyorum.

Hem blog yazsam hem Twitter kullansam? İlginçtir, sosyal medyaya kapıldıktan beri blog üretkenliğim gitgide azaldı. Belki Twitter’da yazmakla kendimi ifade etme ihtiyacımı tatmin ediyorumdur, veya belki sosyal medyanın dikkat dağıtıcılığı yüzünden oturup bir yazı kompozisyonu yapacak zihin gücüm azalmış olabilir. Nedeni her neyse, bende ikisi birden olmuyor. Söyleyecek bir sözümüz varsa, hangisini tercih etmemiz gerektiği belli.

Sosyal medyanın, özel olarak da Twitter’ın iptila yaratmak üzere tasarlanmış olması da sorunu katmerlendiriyor. Bir tvit atıyoruz, sonra like’lar RT’ler geldikçe şeker bulmuş sinek gibi keyifleniyoruz. Tekrar tekrar bakıyoruz acaba kaç etkileşim geldi diye. “Ne güzel laf etmişim, taşı gediğine koymuşum” diye koltuklarımız kabarıyor. Kendimizi Schopenhauer zannetmeye başlıyoruz. Sonra? Birkaç gün içinde ne biz hatırlıyoruz söylediğimizi, ne bir başkası. Sonra bir tweet daha.

Utanarak söylüyorum, bütün bunları düşünmüşüm, ama düşüncelerimin gereğini yapmamışım. Tam tersine, daha da derine bırakmışım kendimi. Şu anda 34 binden fazla takipçim, bir o kadar da tweetim var (ortalama her tweet için bir takipçi). Bu sayede bazı önemli meselelere dair paylaşımları daha fazla kişiye ulaştırmış olabilirim (Boğaziçi Direnişi haberleri gibi), ama daha fazla kötü yoruma ve moral bozucu habere de maruz kaldım.

Bu maruzluğun verdiği ciddi zararlar var. Twitter’daki laf dalaşlarının keskinliğinde karakterimin bozulduğu, düpedüz çirkin tartışmalara girdiğim apaçık bir gerçek. Karşımdaki bunu hakediyor veya etmiyor, farketmez. Muhtemelen onunla Twitter dışında konuşsak aynı sertlikte tartışmayacağız.

Daha da önemlisi, dikkatimi gitgide daha fazla işgal ettiğini farkettim. Her gün, açıkça ifade etmeye utanacağım uzunlukta bir süreyi Twitter’da geçirmeye başladım. Düşüncelerim, takip ettiklerimin (ve onların takip ettiklerinin) paylaşmaya uygun gördüğü şeylerin akışına kapılıp sürüklenmeye başlamıştı. Eskiden yürüyüşe çıkmak benim için düşünceye dalma imkânıydı; son zamanlarda yürürken bile twitter akışına bakmak zorunda hissediyordum kendimi. Bunu yapmamak için telefonu evde bırakarak yürüyüşe çıkıyordum bazen.

Laboratuvar deneyinde, beyninin zevk merkezine bağlanan elektroda akım veren düğmeye sürekli basarak yemeyi içmeyi unutan ve mutlu olarak ölen sıçan gibi olmamak için, bunu bırakmak zorundaydım.

Öncelikle, telefondan twitter aplikasyonunu sildim. Tarayıcımdan login etmiş değildim, şifremi de bakmadan hatırlamıyordum, o yüzden telefondan girme şansım olmadı. Yine de ilk günlerde dışarıdayken cebimden çıkarıp çıkarıp açtım, yerinde bulamayınca cebime geri koydum. Bunun sıklığı beni korkuttu; meğerse ne kadar bağımlıymışım.

Bilgisayarımdaki tarayıcıda ise beni LeechBlock eklentisi korudu. Ara sıra on dakikalık kaçamaklar yapsam da, her seferinde tekrar tekrar kaçamak talep etmek insana ne yaptığını düşündüren bir eylem oluyor. Bir yerden sonra kendinizden utanıyorsunuz.

Böyle birkaç hafta geçti; artık siteyi açmak için özel bir arzu duymuyorum. Ara sıra ne var ne yok diye baktığımda da gündemi artık takip edemediğimi (mutlulukla) fark ettim. Bakıyorum, birileri bir şeylere kızıyor, ama neye kızdıklarını tam anlamıyorum, anlamak için uğraşmaya da üşeniyorum.

Kullanımı düşürmek iyi geldiğine göre, daha da düşürüp çoğunlukla izleyici haline gelmeyi planlıyorum. Çok az yazmak istiyorum, onların da ya kişisel haberler (blog yazısı vb gibi) veya pozitif şeyler olmasına niyetliyim. Muhtemelen Mastodon hesabımda olur onlar da. Yeni ve nereye varacağı bilinmeyen bir platform, ama Twitter’a göre çok temel farklara sahip oluşu, burada bahsettiğim sakıncaların bir kısmını engelleyebilir.

[Ekleme: Bluesky hesabı da açtım.]

Tabii tek dikkat dağıtıcı Twitter değil. Belki bu boşluğu dolduracak başka şeyler çıkar, ama hiç biri bende Twitter kadar bağımlılık yaratmadı. Bunu kesip attıktan sonra gerekirse onları da bırakmak çok zor olmaz sanıyorum.

Sessizce çekilmek yerine neden böyle uzun uzun yazdığıma gelince: Benzer durumda olanların geçmiş yıllarda yazdıkları tecrübeleri benim için faydalı oldu. Belki benim düşüncelerimin de başkasına yararı olur. Benim tecrübelerim sizinkine uymuyorsa, bu yazı sizin için yazılmış değildir.

(Aslında bu yazı benden başkası için de yazılmış değil. Yazmakla düşünmek aynı şey aslında. Yazarak düşünürüz, yazdıkça düşünceyi ilerletiriz. Düşünmek için yazdım. Madem ki yazdım, niye yayınlamayayım?)

Kuvvet kulesi

Aşağıdaki ifadeyi ele alalım:

\sqrt{2}^{\sqrt{2}^{\sqrt{2}^{\dots}}}

Burada üsteller sonsuza kadar gidiyor. Bu “kuvvet kulesi” ifadenin sonlu bir değeri var mıdır?

Bu değere x diyelim. Kule sonsuz olduğu için bir eksik bir fazla farketmez, o zaman bu x değeri için şu eşitlik geçerlidir:

(\sqrt{2})^x = x

Başka bir deyişle, öyle bir x bulalım ki, \sqrt 2‘nin x‘inci kuvveti x‘e eşit olsun. Bu özel durumda, deneme yanılma ile bir çözüm bulabiliriz.

(\sqrt{2})^2 = 2

Bunun bir çözümü daha var:

(\sqrt{2})^4 = 4

Yani, baştaki ifadenin değeri hem 2 hem 4 olabilir. Ama hangisi? İkisi birden olamaz.

Sayısal deneme yapalım. Kulenin yüksekliğini sonsuz değil de 100 tane yaparak makine hatası içinde değerin 2 olduğunu görüyoruz.

from math import sqrt
a = sqrt(2)
for i in range(100):
    a = sqrt(2)**a
print(a)

2.0000000000000004

Aynı ifadenin 4 çıkmasını sağlayacak bir bakış açısı var mıdır? Bilemiyorum. Bu sadece kullandığım yöntemin bir yan etkisi olabilir.

Şimdi bu problemi biraz daha genelleştirelim. Verilen bir pozitif a sayısı için

a^{a^{a^{\dots}}}

ifadesinin ne olduğunu bulmaya çalışalım.

Önceki gibi bunun çözümünün a^x = x eşitliğini sağladığını görebiliriz. Sorumuz, verilen bir a için bu eşitliğin çözümü var mı, varsa nedir?

Bir grafik çizelim. y=x doğrusu ile, farklı a‘lar için a^x eğrilerinin kesiştiği yerler bu eşitliğin çözümüdür.

Çeşitli a değerleri için a üzeri x eğrileri

Görüyoruz ki, a=1.5 ve daha büyük değerler için bir çözüm yok. Başka bir deyişle,

1.5^{1.5^{1.5^{\dots}}}

ifadesi sonsuz. Buna karşılık, a =\sqrt{2} için x=2 ve x=4 olarak iki çözüm olduğunu grafikte görüyoruz.

Çözümleri bulmak için Newton-Raphson yöntemini kullanalım. Bu, verilen bir f(x) fonksiyonunun köklerini (sıfır olduğu yerleri) bulmak için kullanılan iteratif bir yöntem. İlk tahmin olarak x_0  kullanırsak, Newton yöntemi ile bir sonraki tahminimiz

x_1 = x_0 - \frac{f(x_0)}{f^\prime(x_0)}

formülüyle bulunur. Bir sonraki adım için x_0 yerine x_1 koyar, ve gerektiği kadar tekrarlarız.

Çözmek istediğimiz denklem a^x = x olduğuna göre, f(x) = a^x -x fonksiyonunun kökleri bu denklemin çözümlerini verecek.Bunun türevi de f^\prime(x) = (\mathrm{ln}a)a^x -1 olur. Bunları kullanarak Newton-Raphson yöntemi çabucak bize cevabı verir.

from math import sqrt, log
def f(x):
    return a**x - x
def df(x):
    return log(a)*a**x - 1
a = sqrt(2)
x0 = 0  # ilk tahmin
for i in range(10):  # 10 iterasyon
    x0 = x0 - f(x0)/df(x0)
    print(x0)

1.5303942190345023
1.942129750748319
1.9987620189493733
1.999999400838403
1.9999999999998606
2.000000000000001
2.000000000000001
2.000000000000001
2.000000000000001
2.000000000000001

Peki ya diğer çözüm, yani 4? Onu elde etmek için x=2 çözümünün “çekim havzasından” çıkıp başka bir yerden başlamamız gerekir.

x0 = 5
for i in range(10):
    x0 = x0 - f(x0)/df(x0)
    print(x0)

4.31614460012233
4.047251399507646
4.0013251862721955
4.00000109062139
4.000000000000737
3.999999999999997
3.999999999999997
3.999999999999997
3.999999999999997
3.999999999999997

Merak ettiğim son bir şey kaldı: Bir çözüm olabilmesi için a‘nın alabileceği en yüksek değer nedir? Yukarıdaki grafikten bunun 1.4 ve 1.5 arasında bir yerde olduğunu biliyoruz. Analitik bir çözüm bulabilir miyiz?

Tam eşik değerdeki a için f(x) fonksiyonunun tek kökü olacaktır, yani yatay eksene teğet olacaktır. Bu teğet noktası aynı zamanda minimum olacaktır (yoksa tek kök olmazdı). O zaman, çözüm noktası şunları sağlamalı:

(1) f(x) = a^x -x=0
(2) f^\prime(x) = \mathrm{ln}(a)a^x -1 = 0

(1) bize şunları verir:

(1a) a^x = x
(1b) x\mathrm{ln}(a) = \mathrm{ln}(x)

(1b) sadece (1a)’nın iki tarafının logaritmasının alınmasıyla elde edildi. Bunları (2)’ye yerleştirirsek \mathrm{ln}(x)-1=0 elde ederiz. Yani, eşik değerdeki çözüm x=e olur. Bu çözümü (1b)’de yerine koyarak, a için eşik değerini elde ederiz:

a = e^{1/e}.

Bu değer yaklaşık 1.4447’dir; grafikte tahmin ettiğimiz aralığın içinde.

Sonuç olarak, a^{a^{a^{\dots}}} ifadesi, a <= e^{1/e} ise sonlu bir değere sahiptir, daha büyük a için sonsuzdur.

Bir yan ürün olarak da şu denkliği bulmuş olduk:

(e^{1/e})^{(e^{1/e})^{(e^{1/e})^{\dots}}} = e

Kardeşi \pi gibi, e sayısının da her yerde karşımıza çıkması ne hoş.

Daha zengin matematiksel ayrıntılar için Luca Moroni’nin makalesine bakabilirsiniz. Bu makaledeki daha ayrıntılı analizden, gerekli aralığın e^{-e} < a < e^{1/e} olduğunu öğreniyoruz.

Kara Kutu: “Nereden biliyorsun?”

Komplo teorisyeni Soner Yalçın, Kara Kutu kitabının Sen Nereden Biliyorsun? başlıklı onuncu bölümünü bilimsel yayın sahtekârlıklarına ayırmış ve benim bu konuda yazdığım eski bir makaleden alıntı yapmış. Bilimsel sahtekârlıklara dikkat çekilmesini normalde takdir etsem de, Yalçın burada tamamen çarpık bir amaç güttüğü için bu özel duruma sevinemiyorum.

Yalçın, bilime aykırı iddialar savunanlara karşı, o alanda bilimsel yayın yapmamış olduğu itirazı getirildiğinden bahsediyor. Canan Karatay’ı örnek veriyor: 50 yıllık kalp hastalıkları uzmanı Karatay, benzer “saldırılarla yıldırılmak” isteniyormuş. Yalçın bu itirazı yapanlara şöyle cevap veriyor: “Peki sen yayın yaptın mı?” Bu soruya verilecek doğal cevabı, yani bu konuda çalışmış uzmanların yayınlarını baz almayı kabul etmiyor.

Bölümün geri kalanı bilimsel yayınlardaki yolsuzluklara dair gibi görünüyor. Görünüyor diyorum, çünkü bu konuda çok düzenli ve isabetli olduğu söylenemez, konuyu dağıtıp duruyor. Yine de doğru noktalara, mesela hakemli dergilerdeki özensizliği açığa vuran örneklere, hayalet yazarlara, ilaç firmalarının işlerine gelen sonuçları yayınlatıp işlerine gelmeyenleri örtbas etmesine parmak basıyor. Bunlar bilinen konular, daha sonra döneceğim.

Bölümün sonuna doğru Türkiye’deki bilim sahtekârlıklarından örnekler veriyor. Bu konuda bu blogda epeyce şeyler yazmıştım; Akademik Sahtecilik kategorisi altında bulabilirsiniz. Yalçın, A. Murat Eren’in NTV Bilim dergisinde yazdığı incelemeye de atıf yaparak ünlü sahte konferans düzenleyicisi WASET’ten bahsediyor. Ama bunun tıp ve ilaç konusuyla bir bağlantısı yok.

(Bu incelemenin daha geniş bir halini A. Murat Eren Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları adıyla kendi sitesinde yayınlamıştı. Türkiye’deki yayın sahtekârlıkları hakkında fazla bilginiz yoksa tamamını okumanızı tavsiye ederim. Ne yazık ki bu satırları yazarken mahkeme kararıyla sitenin engellenmiş olduğunu gördüm. Google’da keşlenmiş haline buradan ulaşabilirsiniz. Türkiye’deki intihal, yayın hırsızlığı ve diğer yayın etiği ihlalleri haberlerinin çok iyi bir derlemesini plagiarism-turkish sitesinde bulabilirsiniz.)

Yalçın, bunun ardından benim “Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri” yazıma atıf yapıyor (ünvanımı yanlış olarak “doçent” yazmış). Bu yazı içinde EEST dergilerinin laçkalığını anlattığım bölümü, ardından da yayın kalitesinin sayılarla ölçülmesini eleştirdiğim kısımdan alıntı yapmış. Bu yazının da tıpla veya ilaç endüstrisiyle bir ilgisi yok.

Bütün bunlardan çıkardığı sonuç şu:

Hâlâ… Tıp konusunda aykırı ses duyduklarında ne diyor kimi çevreler: ‘Bu konuda kaç bilimsel makalesi var ki konuşup duruyor?’

Özetle, Soner Yalçın’ın düşünce zinciri şöyle:

  • Bilimsel çalışma yaptın mı diye soruyorlar.
  • Oysa bunu soranların kendisi bilimsel çalışma yapmamış.
  • Bilimsel yayınlarda sahtekârlıklar var.
  • Demek ki bilimsel yayın yapmasını istemek gerekmez.

Aynı mantıkla şu da söylenebilir.

  • Yolcular sürücüye otobüs ehliyetin var mı diye soruyorlar.
  • Oysa soran yolcuların da ehliyeti yok.
  • Ehliyeti olan sürücüler de kaza yapıyor.
  • Demek ki otobüs kullanmak için ehliyete gerek yok.

Bunun bir safsata olduğunu görmek için safsata kitabı yazmanıza lüzum yok. (Ama sevgili Tevfik Uyar’ın kitabını okursanız daha nicelerini yakalarsınız.)


Yalçın’ın aktardığı etik ihlallerinin bir kısmı doğru. Gerisini teyit etmek lazım, güvenmiyorum çünkü. Bire bin katıyor, çarpıtıyor, normali anormal gösteriyor, ne anlama geldiği belirsiz şeyleri üstüste yığıp kafa karıştırıyor. Ama hadi diyelim ki verdiği her örnek doğru. Bu, bilimsel çalışmaların tamamının külliyen yalan olduğu anlamına mı gelir? Hadi diyelim hepsi yalan olsun; bu, bilimsel çalışma yapmayanların zırvalarını doğru saymamızı mı gerektirir?

Bilimsel yayıncılıkta bir çok eksik, yanlış ve istismar var. Soner Yalçın bunlardan nasıl haberdar oluyor? Nature, Science gibi saygın bilimsel dergilerde bu konularda yazıldığı için. Araştırmacılar, bilimciler, hekimler bu sorunları dile getirdikleri için.

İlaç şirketleri bilimsel yayınlara müdahale etmeye çalışıyorlar, işlerine gelmeyen sonuçların yayınını engellemeye çalışıyorlar. Bunu da biliyor tıp dünyası, ses çıkarıyor, mücadele ediyor. Hekim-gazeteci Ben Goldacre “Bad Pharma” kitabında bu sorunları ayrıntıyla anlatanlardan sadece biri.

Yani, bilimsel çalışma yöntemlerinde sorunlar ortaya çıktığı zaman, bunları herkesten önce farkedip tartışmaya açanlar yine bilimciler. Sahaflarda (!) yaptığı araştırmalarla büyük resmi gören komplo teorisyenleri değil.

S. Yalçın’ın söylediğinin aksine bilimsel yayınlar ne sorgusuz kabul edilir, ne de tartışmasız doğru olarak görülürler. Bilimciler hatasız olmadıklarının farkındadırlar, o yüzden yepyeni bir sonucu hemen kabul etmezler. Bazen masum hatalar olur, bazen de karakter zayıflıklarından kaynaklanan çirkin ve bilinçli hatalar. Ama bir örgütlü davranış olarak bilim, rasyonel tartışma zemininde zamanla kendi kendini düzeltir. “En hakiki mürşit” olmasının sebebi yanlışsız olması değil, yanlışını düzeltmesidir.


Baştaki soruya geri dönelim. “Sen nereden biliyorsun?” son derece geçerli bir sorudur. Bu sorunun iki tane cevabı olabilir.

  1. İnceledim, bilimsel deneyler yaptım. Bilimsel konferanslarda tartıştım. Metodum şu, sonuçlarım şu. Alanın uzmanları çalışmamı inceledi, eleştirdiler. Eleştirilere göre düzelttim, yayınlandı. Şu kadar başka yayında atıf yapıldı.
  2. Bu konuda çalışmış olanların yaptığı araştırmalara baktım. Veya, bu araştırmaların sonuçlarını istatistiksel olarak toplayıp bir ortak sonuç çıkaran meta-analizleri inceledim. Veya, meslek kuruluşları, saygın üniversiteler, köklü bilimsel dergiler gibi kaynaklardan uzman olmayanlar için hazırlanmış açıklamaları okudum.

S. Yalçın bilimsel yayıncılıktaki usulsüzlüklerin bütün yayınlar için geçerli olduğunu zannederek birinci maddeyi geçersiz kılmaya çalışıyor. Oysa bu doğru değil; nitelikli yayınları niteliksizlerinden ayırt etmek mümkündür. İş olsun CV dolsun diye yazılmış makaleler zaten çoğunlukla bilimsel tartışmanın ana damarında yer almazlar. Eskaza karıştıklarında da bir süre sonra ortaya çıkarlar. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar sözü en çok bilimsel araştırmalarda doğrudur.

Ama en kötüsü, S. Yalçın’ın seçici şüpheciliği. Mesela “nereden biliyorsun?” sorusunu Canan Karatay’a değil, onu sorgulayanlara yöneltiyor. “Başkasının araştırmalarına inanıyorum” diyenleri “biz şüphe etmeye devam edeceğiz” diye küçümserken, inandığı kişilere aynı şüphecilik kriterini uygulamıyor.

Bir insan aşırı şüpheci olabilir. Gözüyle görmediği, eliyle dokunmadığı hiç bir şeye inanmıyor olabilir. Hatta antik Pironcu skeptikler gibi hiç bir şeyin doğrusunu bilemeyeceğini düşünüp her konuda yargıdan kaçınabilir. Ama bunun tutarlı bir kriteri olmalıdır. Bir yandan her türlü bilimsel çalışmayı “belki sahtekarlık yapılmıştır” diye reddederken, öbür yandan “homeopati çok iyi bir şeydir ama Rockefeller engelledi” gibi bir masalı sorgusuzca kabul eden birisi kendine şüpheci diyemez. Aksi yöndeki yığınla delile rağmen önyargılara sıkı sıkı sarılmak güdümlü düşüncedir. Karşı delilleri orantısız ölçüde titizlikle eleştirmeye şüphecilik değil inkarcılık denir.

Astrolojinin kaygan zemini

Dün gece CNNTürk kanalında “Gündem Özel” programında astrolojiyi konuştular. Astrologlar Hakan Kırkoğlu, Ata Nirun ve Ozan Güner’e karşı, rasyonel düşünceyi savunma görevi, bilim yazarı değerli arkadaşım Tevfik Uyar ve astrofizikçi Dr. Selçuk Topal‘a düştü.

İki akılcıya karşı üç astrologun konuşması, üstelik ilk ve son konuşma sırasının astrologlara verilmesi nedeniyle bilimsel cevaplara çok vakit kalmadı. Hem Tevfik’in hem de Selçuk hocanın vakit darlığı yüzünden etraflı açıklama yapmalarının mümkün olmadığı görülüyordu. Belki bu, bir önceki haftadaki “hurafeler” konulu tartışmada astrologlara haksızlık yapıldığı algısıyla ilgili olabilir. Ne sebeple olursa olsun, astrologlar programda orantısız bir süre kullandılar.

Ama bunun en azından bir faydası olduğunu söyleyebilirim: Astrologların sürekli minder dışına kaçmaya çalışmaları, hedef saptırma, yanlış bağlantı, ad hominem gibi safsatalara düşkünlükleri ve yaptıkları işi tanımlama konusundaki tutarsızlıklarını etraflıca görme şansımız oldu. Karşılıklı tartışma konusunda kendini geliştirmek isteyen her bilimsel şüphecinin seyretmesini tavsiye ederim.

Tevfik “Astrolojinin Bilimle İmtihanı“nı yazdığından beri astrologlar onunla sık sık tartışmaya girer. Bu tartışmalarda gördüğüm bir acaiplik, onunla tartışan bütün astrologların “gerçek astroloji bu değil” demesi. Peki bu değil de ne? Pek belli değil ne olduğu. Açık eleştiri gelince, astrolojinin insanları onikiye bölmekten daha karmaşık olduğunu söylüyorlar, ama bunu söyleyenlerin bile yazdıklarına baktığınızda yaylar şöyle yapsın, kovalar böyle yapsın gibi, basbayağı onikiye bölmeye dayalı ifadeler kullanıyorlar.

Programın en can alıcı sorusu sunucu Deniz Bayramoğlu’ndan geldi: “Astrolojinin temel tezi nedir?” Bu sorunun cevabı, “gerçek astroloji”nin ne olduğu ve ne olmadığını tanımlamak için kritik önemde. Astrologların hiç birinin buna açık seçik bir cevap vermemesi, netlikten kaçınarak laf salatası içinde top çevirmeleri, en az net bir cevap kadar manidar aslında. Astrolojinin ne olduğu belirsiz bir uydurmalar yığını olduğu bu tanımsızlıktan belli zaten: Yıldızlar var, Jüpiter filan var, bir şeyler yapıyorlar, o kadar.

Sunucunun sorduğu kritik başka bir soru da, astrolojinin temel kaynak kitapları olup olmadığı idi. Sadece ortaçağda kalmış bir kitabı örnek verebildiler. Yani astrologlar kendilerini eleştirenleri “iyi araştırmamakla” suçluyorlar, ama ellerinde “astroloji budur” diye gösterecekleri bir kitap bile yok. Bu gülünç bir şey. Fizik, matematik, biyoloji, mühendislik, psikoloji, antropoloji disiplinlerinin her birinde, neredeyse herkesin temel başvuru olarak kabul ettiği eserler vardır. Mesela fizikçilere sorsalar neredeyse hepsi Feynman Fizik Dersleri’ni, Landau-Lifshitz serisini, veya bunlara denk başka bir eseri örnek verecektir. Astrolojinin Landau-Lifshitz’i hani eser? Onu geçtim, dünya çapında astrologların kendine model aldığı, “gerçek astrolog” kabul ettiği uzman kim? Astroloji nobeli olsaydı kime verirdik, ve neden?

Bütün bunların “astrolojinin temel tezi nedir?” sorusunun cevapsız bırakılmasıyla çok yakından ilgili olduğunu görmek zor olmasa gerek.

Bu bulanıklık aslında astrologların işine gelen bir şey. Bu şekilde hiç bir taahhütte bulunmak, hiç bir fikri net olarak savunmak zorunda değiller. Balık gibi kayıveriyorlar. Bazı astrologlar sağlık tavsiyesi mi veriyor? “Ben karşıyım, zaten onlar gerçek astrolog değil”. Takımyıldızlar sizin söylediğiniz tarihlere uymuyor mu? “Onlar sadece sembolik, maddi değil.” İddialarınız tutmuyor mu? “Bu bir bilim değil, sanat.”

Bu son nokta önemli. Programa çıkan astrologların üçü de astrolojinin bir bilim olmadığını açıkça kabul ettiler. Sanattır dediler, yaratıcılıktır dediler, sembolizm dediler. Ancak hiç bir yaratıcı sanatın dünyadaki olayları tahmin etme iddiası yok. Kübist ressamlar önümüzdeki ay mali sıkıntıda olacağınızı iddia etmezler. Sembolist şairler kralların ölümüne dair ciddi kehanetlerde bulunmazlar. Astrologların bu ifadeleri açıkça minder dışına kaçma, hesap vermekten kaçınma arzusunun işaretidir

Minder dışına kaçmakla kastım “Astroloji bilimsel değil mi diyorsunuz? Tamam, bilim değil” diyerek işin içinden sıyrılıvermek. Oysa, bu savunma astrologları fikri sorumluluktan kurtarmaz. Dünyadaki olayları açıkladığını ve gelecekte olacakları tahmin ettiğini iddia eden bir etkinlikten bahsediyoruz. “Astroloji bilim değildir” demek, söylediklerini ispat yükümlülüğünü ortadan kaldırmıyor. (Tevfik bu noktaya dikkat çekti, ama ne yazık ki yeterince açıklayabilecek kadar zamanı yoktu.)

Takımyıldızların aslana, balığa, koça benzetilmesinin nesnel bir tarafının olmadığı artık bariz. Dahası, astrologlar gök cisimlerinin dünyaya ve insanlara ne yoldan etki yaptığını da açıklamaktan aciz. Astrologların burçları tevil etmek için kullandıkları savunmalardan biri, bunların fiziksel değil “sembolik” veya “arşetipal” etkiler yaptığı. Yani, biz aslanı cesurluk ve liderliğin arşetipi olarak gördüğümüz için, o böyle bir etki yapıyormuş.

Arşetip ve sembol savunmasının tutar tarafı yok. Astrologlar “aslan burcusun” demese, aslan burcu olduğumuzu nereden bileceğiz? Kim kafasını kaldırıp Uranüs’ün “terazi evi”nde olduğuna bakıyor da bu arşetipten etkileniyor? (Uranüs’ün gözle görülemediğini de hesaba katın.) Üstelik her toplumun sembolizmi aynı değil. Aynı sembolizmi paylaşmayan Uzakdoğu veya Pasifik toplumlarında işlemiyor o zaman. Dahası, sembolizmin işlemesi için, o sembolizmi benimsemiş bir bilinç gerekli. Elektronik cihazların arızalanmasını öngörenler, o cihazların hangi sembolizmi algıladığını düşünüyor acaba?

Aslında bunların hepsi havanda su dövmek. Astroloji sanat mıdır, sembol müdür, bilim midir diye tartışmak yerine basitçe verilere bakarak karar vermek yeter. Veriler de astrolojinin öngörülerinin tutmadığını açık seçik gösteriyor zaten. Çürütülen iddialara “gerçek astroloji bu değil” diye karşılık verenler, gerçek olduğunu düşündükleri astroloji yöntemiyle, test edilebilir iddialar öne sürmekten kaçınmasa, o zaman astrolojinin doğru olduğunu görme şansımız olur. Ama heyhat! “Mali sıkıntılara karşı tedbir alın”, “ülkemiz komşularla diplomatik sorun yaşayabilir” gibi sade suya tirit, ne doğru ne yanlış ifadelerin arkasına saklanmak daha emniyetli geliyor astrologlara.

Astrolojiye, astronomi bağlantısını kullanarak payanda sağlamaya çalışmak yaygındır. “Astroloji olmasa astronomi olmazdı”, “o büyük gözlemevleri astroloji için yapıldı”, “meşhur astronomlar da astroloji yapmıştı” diyerek astronominin güvenilirliğinden astrolojiye pay çıkarmaya çalışıyorlar. Mesele şurada ki, astronomi bir gözlem bilimidir, astroloji ise yıldızlardan hikaye yazmaktır. Eski kralların ve papazların bu hikayeleri duymak istemeleri gözlemevlerinin kurulmasını kolaylaştırmış olabilir elbette, ama tek sebep bu değildi. Mevsimsel döngüleri takip edebilmek, takvimi hatasız oluşturmak, dini ayinlerin gün ve saatlerini belirlemek gibi amaçlar daha da önemliydi.

Kaldı ki astronominin kökünde bazı batıl inançlar olması, o batıl inançları doğrulamaz. Ortaçağda ölümsüzlük iksirini ve felsefe taşını elde etmek isteyen simyacılar, yaptıkları sayısız deneyde çeşitli maddeler arasındaki tepkimelerin ayrıntılarını keşfettiler. Modern kimya, kurşunu altına çevirme çabasının yan ürünü olarak serpildi. Ama bu gerçek, simyaya herhangi bir geçerlilik kazandırmıyor.

Astrologlar duygusal saldırılara başvurmaktan da çekinmiyorlar. Astronomi camiasının kendilerinden nefret ettiğini, faşizan şekilde susturmaya çalıştıklarını iddia etmeye bayılıyorlar. “Postmodernist bir anlayışla” diyor Kırkoğlu, “çok sesliği kucaklamak gerek. Kimse gerçek bilginin sahibi olduğunu söyleyemez.”

Süpermen postmodernistlere karşı.

Güzel bir şekilde, postmodernizm karikatürü haline getiriyor kendini Kırkoğlu. Herhalde aklında Feyerabend ve benzerlerinin, bilimsel bilginin bir üstünlüğü olmadığını, bir şamanın bilgisinin bir modern doktorun bilgisiyle aynı değerde olduğunu savundukları rölativist bilgi felsefesi var.

Bu tamamen yanlış bir düşünce. Hipotezlerin deney ve gözlem ile test edilmesi ile, “hastalıkların sebebi cinlerdir, dans edeyim de çıksınlar” demek bir değildir. Bilimsel yöntem, Tevfik’in de güzel ifade ettiği gibi, doğruyu bulmak için kullanılan standartların adıdır. “Bunun doğru olduğunu nereden biliyorsun?” sorusuna cevap verme yöntemidir. Bilimciler bu yöntemi diğer meslek gruplarından daha titizlikle uyguladıkları için adı “bilimsel yöntem” olmuştur, ama bilimciler için ayrı, çiftçiler için ayrı, astrologlar için ayrı bir bilgi edinme yöntemi yoktur. “Benim içime böyle doğdu, ispatlayamam, ama inanıyorum” diyen kendini kandırıyordur. Kendini istediği kadar kandırsın, zararı ona. Ama başkalarını da kandırmaya kalkarsa, akılcı insanların görevi onu frenlemektir. O zaman “benden nefret ediyorlar” diye ağlama hakkı olmaz.

Zaten “astroloji bilim değildir, sanattır, sembolizmdir” deyip, sonra “bizimki de bilgidir, bilginin tek sahibi siz değilsiniz” demek ayrı bir tutarsızlık. Sanatsa, bilgi olduğu iddia edilemez. Bilgiyse, teste tabi tutulmuş olması gerekir.

Ata Nirun’un bilimsel açıklamalara cevabı yine, kaygan bir pehlivan misali minder dışına kaçmaktan ibaret kaldı. Bilimsel açıklamaların “soğuk” olduğunu, birkaç kişiyi belki ikna edeceğini ama keyif almak isteyen çoğunluğa ulaşamayacağını söyledi. Yılların tecrübesiyle hedef kitlesini çok iyi tanımış elbette. Gerçekten de insanların çoğu rahatlatıcı yalanları gerçeklere tercih ederler. Ama bu, yalanın ifşa edilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.

(Ata Nirun’un bilimcilerin yaratıcı düşünceden uzak olduklarını iddia etmesi de epeyce gülünçtü ve bilimsel konulardan ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu. Bilimsel araştırma sürecinin içinde yaratıcılığın çok büyük rolü bir yana, en azından Richard Dawkins veya Carl Sagan okusaydı bilimsel konuların ne kadar şairane ve büyüleyici olabileceğini bilirdi.)

Astrolog argümanlarını baştan sona toparlayalım: Astroloji bilim değil, ama bilimsel yöntemin çürüttüğü iddialar “gerçek astroloji” değil. Astroloji bolca yorum, yaratıcı düşünce, sembolizmden oluşur. İşleyişine dair bilinen bir mekanizma yoktur. Doğru söyleyip söylemediği test edilmemiştir. Bu eleştirilere verilen tek cevap “bilim soğuk, astroloji sıcak”tır. Ortak bir standardı yoktur. Dört saatlik sohbette astrolojinin doğruluğuna dair elle tutulur bir kanıttan bahsedilmemiştir (Kırkoğlu’nun zikrettiği iki üç yayın hariç — onların da metodolojisini incelemek gerekir.)

Bunları alt alta koyduğumuzda şunu görüyoruz: Astroloji çoğunlukla uydurmalara dayalı bir iştir. Objektif gerçekle ilgilenmez, kendi gerçeğini yaratma iddiasındadır. Kendini savunmak için otoriteye atıf, eskiliğe atıf, hedef kaydırma, anlam kaydırma gibi safsatalardan başka çaresi yoktur.

Dört saatlik program sırasında bazen sabrım zorlansa da, sonunda bunu öğrenmiş olmak programı seyretmeye değdi. Herkese tavsiye ederim.

Yılbaşını kutlamak kültürümüze miss gibi uyar

Mutlu yıllarYıllardır hep süregelen bir zırıltı vardı da, böyle yaygara görmemiştim hiç. Yok yılbaşı kutlamak kültürümüze uymazmış, yok yabancı adetmiş, yok müslüman ülkede yabancıların adeti olmazmış. Okullara talimat göndermeler, cuma hutbeleri okutmalar, el ilanı dağıtmalar, maşallah dört koldan propaganda muharebesi başladı.

Nasıl uymuyormuş yılbaşı kutlamak kültürümüze? Basbayağı da kültürümüzün bir parçasıdır.

Yok, bahsettiğim şey Orta Asya’da Türkler çam süslermiş gibi yakıştırmalar değil. Öyle olsa da bana ne? Orta Asya’nın eski Türkleriyle ne ortaklığım var da buna sığınayım. İhtiyacım da yok, çünkü yılbaşı kutlamak kendimi bildim bileli bizim kültürümüzün bir parçasıdır. Kimse bunu unutturamaz, yok sayamaz.

Yüz yıldır bu ülkede insanlar yılbaşı geceleri özel şeyler yaparlar. Kimisi gazinoya gider, kimisi dağ otellerinin özel programına. Para harcamak istemeyen çıkar sokaklara, üşüye üşüye arkadaşlarıyla güler oynar. Sokağa çıkmak istemeyen evinde oturur, daha bir özenerek sofrasını kurar, eşini dostunu çağırır, tombala oynar, söyleşe konuşa gece yarısını bekler. Çocuklar bile gözlerini açık tutmaya çalışırlar onikiye kadar. Saat onikiyi vurunca ışıklar kapatılır, herkes birbirine sarılır, öpüşür, mutlu bir yıl diler.

Radyoda, televizyonda (eskiden tabii ki sadece TRT) özel eğlence programları olur. Çocukluğumdan hatırlarım, her Aralık’ın son haftası “bu yıl dansöz çıkacak mı?” sorusu ile geçerdi. Sonra seksenlerin ortasında çıktı dansöz (Nesrin Topkapı mıydı?), sonraki yıllarda ise kimsenin umurunda olmadı. Özel TV kanalları çıkınca her birinin ayrı eğlencesi oldu tabii.

Hediyeleşmek vardır, kırmızı don giymek vardır, “yeni yıla nasıl girersen öyle geçer” lafı vardır, hatta artık sinir bozuculuğuyla güldüren “seneye görüşürüz, bir senedir yiyoruz, ehehe” şakaları vardır.

Kültürümüze ait olması için daha ne olması lazım yahu?

Yılbaşı diğerleri gibi bir gün değildir. Bir bitişin, ve yeni bir başlangıcın hatırlatıcısıdır. Ömrümüzün geçişini farkederiz. “Koca yıl nereye gitti” dedirtir. Bir iç hesaplaşma yaparız, yeni kararlar veririz. “Bu sefer farklı olacak, bu sefer değişecek” deriz. Bazen değişebiliriz sahiden, bazen alışkanlıklarımıza yenik düşeriz, önemli değil. Yeni yıl yeni bir fırsattır, yeni bir sayfadır, yeni bir şanstır bizim için. Bu yüzden coşku verir zaten, zengini de yoksulu da mutlu eder.

Ve şimdi taliban müsveddeleri diyor ki, bizim kültürümüzde yılbaşı kutlaması filan yoktur, yapma!

Bir de öyle bir havayla söylüyorlar ki, sanki biz yıllardır yılbaşı neşesini yaşayanlar bir avuç marjinaliz, tek tük kelaynaklarız, ruhunu satmış kimliğini kaybetmiş hainleriz! Yıllardır bir şenlik havasında paylaştığımız yılbaşları hiç olmamış gibi davranmalıyız. Çünkü onlar öyle buyurdu, “kültürümüzde yoh!”

“Sen bildiğin gibi yap, ben kutlamıyorum” da değil, “ben kutlamıyorum, sen de kutlama!” diyorlar, arkasından gelen “yoksa fena olur” tehdidini ses tonlarında açıkça belli ederek. Çünkü madem “kültürümüzde yoh”, demek ki kutlayanlar bir avuç “kanı bozuk” azınlık, yani “sinek gibi ezeriz!”

Bu bir faşizm taktiği, başka bir şey değil. Kendi marjinalliklerini normal göstermeye çalışan bir avuç barbar, seslerinin yüksek çıkabilmesini fırsat bilip bize azınlıkta olduğumuzu, normal sandığımız alışkanlıklarımızın aslında “halkımızın değerlerine” aykırı olduğunu düşündürmeye çalışıyorlar.

Ülkenin kanını emen karanlık yuvası Diyanet, cuma hutbesinde yılbaşı kutlamalarına “değerlerimizle örtüşmeyen, insan hayatına katkısı olmayan gayrimeşru tutum ve davranışlar” ve “israf” demiş. Diyanet’in insan hayatını sefilleştirmek ve zulme kılıf uydurmak konusunda eşi benzeri olmayan katkılarını biliyoruz zaten. Ama benim yılbaşı kutlamama gayrımeşru demek kimsenin haddi değildir. İsrafa gelince, başkanı bir milyon liralık mersedese binen, benim kesemden dünyanın her tarafına camiler yaptırıp imam-müezzin maaşları dağıtan, birkaç bakanlığın toplamından fazla bütçeyi döke saça tüketen Diyanet, benim eğlenceme bakıp israf ahkâmı kesemez. Kendi paramı istediğim gibi harcarım, ona hesap vermem. Asıl o benim paramı harcamasının hesabını versin önce.

“Müslüman yılbaşı kutlamaz”mış. Peki müslüman ne yapar? Sahiden, nedir müslümanın hayatına renk katan şey? Yılbaşını kutlama, sevgililer gününü kutlama, Cumhuriyet bayramını kutlama. Ne yap onun yerine? Hiç. Ot gibi otur öyle, tatsız tuzsuz bir hayat içinde.Sanat günah, müzik günah, kadın erkek sohbet günah, içki zinhar günah! Fazla okuma, dinden çıkarsın. Fazla gezme, gavurlara benzersin. Neşelenmek yok, keyiflenmek yok. Teklif edebildikleri şey ancak, sabaha kadar Kuran oku, erkek korosundan ilahi dinle, Ramazan akşamları fesli işportacıların arasında dolaş. Sadece yılbaşı konusunda değil, modern hayatla ilgili alışkanlıklarımızın hepsine aynı muameleyi yapıyorlar. Karanlık kasaba muhafazakârlıklarının dışında kalan her şeye, kenef duvarı gibi meymenetsiz suratlarıyla standart cevapları: “Milli değerlerimize aykırı!”

Hayır! Kültürümün inkâr edilmesini reddediyorum. Yılbaşını kutlamak bizim bir kültür değerimizdir. Yobazın bunu beğenmemesi beni ilgilendirmez. Ben ona uymak zorunda değilim. O 31 Aralık gecesini diğer herhangi bir gece gibi geçirmek istiyorsa öyle yapsın. Yarı örtülü tehditlerle beni kendi renksiz, tatsız yobazlığına çekemeyecek. Bu yarı-insan güruhunun bağırmaları sizi yanıltmasın. Çoğunluk değiller, kültürün ne olduğunu onlar belirlemiyor. Sadece sessizliğimizden ve umutsuzluğumuzdan yararlanarak bizim kendimizi yalnız hissetmemizi istiyorlar. Ama yalnız değiliz. Bu ülkede hayatın anlamını güzellik, neşe ve sevgide bulan pek çok insan var. Geri çekilmeyeceğiz, kendimizi anormal zannetmeyeceğiz.

Yarın mezelerimi hazırlayacağım, soframı kuracağım, rakımı açacağım, sevdiklerimle birlikte yiyip içip yeni yılı kutlayacağım. Siz de kutlayın, neyle olursa olsun, ister içkinizle, ister çayınızla. Bir gün bile neşelenmenizi çekemeyen kara yobazlara inat, yeni bir yılı umutla karşılayın. Yılbaşı rastgele seçilmiş bir gün olabilir, ama bu onu önemsiz kılmaz. Her yılbaşı bize yeni bir başlangıç ilhamı verir. Her şeyi taş devrinde bırakmak isteyen mağara adamlarına inat, değişimin önünde durulamayacağını hatırlatır.

Bugün tutuklanan gazeteci Ahmet Şık demiş ki: “Hiç kimse enseyi karartmasın. Bu güç bu iktidar bunlara da kalmayacak ve Türkiye mutlaka aydınlığa kavuşacak.”

Mutlu yıllar!

Oyların eşitliği ve demokrasi

Birkaç yıl önce manken/tarihçi Aysun Kayacı TV’de “dağdaki çobanın oyuyla benimki bir olur mu?” demişti. İlk başta biraz kızmıştık, demokrasi böyle olmaz demiştik. Gelgelelim zaman geçip oy verme sisteminin çürüyüşüne, ve seçmenlerin ne kadar büyük bir kısmının aklıyla değil kıçıyla oy verdiğine şahit oldukça, “yahu haklıydı galiba” diye fısıldamaya başladık. Ve bugün başka bir meşhur isim Erol Evgin’in bir röportajda söylediği şu sözleri okuduk: “Okuma yazma bilmeyen, oyuna parmak basan bir kardeşimizle, ablamızla, annemizle 3 üniversite bitirmiş birinin birer oy hakkı olması adaletli mi geliyor size sorarım. Hiç hakça değil.

Erol Evgin kibar bir insan. İnsanları küçümseyen bir havada olduğunu görmedim şimdiye kadar. Cımbızlanmış bir cümleye değil röportajın tamamına baktığınızda iyi niyetli olduğunu, bu cümleyi haksızlıklara isyan olarak söylediğini görüyorsunuz zaten.

“Herkesin oyu aynı olamaz” fikrinin havada dönüp dolaştığını, birçok aydın kişinin açıkça söylemekten ar ettiğini, ama fısıldayarak sık sık söylendiğini tahmin ediyorum. Bence “herkesin oyu aynı olamaz” dediğimizde bazılarının daha aşağı olduğunu söylemeye çalışmıyoruz; demokrasimizdeki yozluğa işaret etmeye çalışıyoruz aslında, ama elimizde daha uygun cümleler olmadığı için bu hazır kalıpla ifade edebiliyoruz fikrimizi.

Meselemizi özetleyelim: Türkiye’de seçmenlerin büyük çoğunluğu akılcı düşünerek, partilerin ülke sorunlarına teklif ettiği çözümleri karşılaştırarak oy vermiyor. Bu bütün partilerin seçmenleri için geçerli. Ancak özellikle son yıllarda, iktidar partisine giden oyların iyiden iyiye rasyonellik dışında kaldığını, ülkenin geleceği düşünülerek değil anlık ham duyguların istismarıyla kazanıldığını görüyoruz.

Lafı dolandırmayalım: Seçmenlerin çoğu cahil. Okuma, düşünme, farklılıklara tahammül etme kabiliyetleri yok. Tayyip Erdoğan’ın dünya lideri olduğunu sanacak kadar dünyadan habersizler. En basit ve saçma yalanlara kanmaya hazırlar. Oysa demokrasinin işlemesi için seçmenlerin eğitimli olması ve az da olsa akıllarını kullanmaları gerekir. Eğitimsiz bir kitleyle demokrasi değil, ancak çoğunluk zorbalığı yerleşir, ki şu anda içinde yaşadığımız durum bu.

(Cahilliğin tek bir partinin seçmeniyle sınırlı olmadığını vurgulamak isterim. Ama bir parti içinde daha fazla toplanmış olduğu kesin. Kendileri söylemişti zaten “eğitim seviyesi arttıkça hitap ettiğimiz alan daralıyor” diye.)

Madem ki demokrasi için eğitimli bir kitle şart, o zaman eğitimlilere daha çok oy hakkı vermek ilk bakışta makul gibi görünüyor. Ama değil. Hümanist sebeplere de hiç ihtiyaç yok, tamamen pratik sebepler yüzünden böyle bir sistem kurmak mümkün değil. Şöyle ki:

Diyelim ilkokul mezununun oyu bir, üniversite mezununun iki sayılsın. Ya ortaokul, lise? Birbuçuk mu diyeceğiz? Master, doktora yapanlar üç oylu mu sayılacak? Belki lise mezunu adam formel eğitimden geçmedi ama harıl harıl okudu, Bülent Ecevit gibi mesela. Sözlü sınav mı yapacağız?

Peki her üniversite mezununun eğitimi bir mi? Birisi çıkıp “benim şanlı şöhretli üniversitemin oyuyla dağbaşı üniversitesinin oyu bir olur mu?” derse ne olacak? Veya öyle liseler var ki hâlâ, oradan mezun olup üniversite okumayanlar, başka bazı üniversitelerin mezunlarından daha aklıbaşında. Nasıl ayarlayacağız puanları?

Üstelik okulda çok zaman geçirmek sağlıklı düşünebilmenin garantisi değil. Hatta tersi doğru gibi. Lisans derecesinden sonra iş hayatına geçen birçok arkadaşım var ki, Türk üniversitelerindeki profesörlerin yüzde doksanına toz yutturur. Hem her profesör aynı mı? Burhan Kuzu da hukuk profesörü, Baskın Oran da. İkisinin oyu eşit mi olacak?

Yani, işin içinden çıkamıyoruz. Kişilerin oy hakkını farklılaştırmak çekici bir fikir de olsa, bunu sağlayacak kriterleri hakkaniyetle tanımlamak imkânsız. O yüzden unutalım bu fikri.

Zaten bunlar yeni tartışmalar değil. İnsanlar dünyanın her yerinde aşağı yukarı aynı. Her ülkede cahiller eğitimlilerden daha kalabalık (bazılarının en cahili bizim en cahilimizden fersah fersah ileride bile olsa). Yüzlerce yıl ateş ve kan içinde demokrasiyi oluşturan ülkeler, bu meseleye çözümler oluşturmuşlar. Yapmamız gereken şey sadece bu çözümleri iyice öğrenmek ve uygulamak.

Belki en önemli olan iş, kuvvetler ayrılığının mükemmelen tesis edilmesi. Kötü niyetli bir politikacı, ufku dar seçmenlerin oylarını çeşitli numaralarla kapıp iktidara gelse bile, başıboş şekilde at koşturması mümkün olmaz. Bağımsız yargı kuvveti, demokrasiye zarar verebilecek düzenlemelere engel olur. Bu yüzden Tayyip Erdoğan yıllardır hep yargıya veryansın etti, “milli iradeyi engelliyorlar” diyerek propaganda yaptı, ve sonunda yargı bağımsızlığı ortadan kalktı. Oysa milli irade istediği her şeyi yaptıramaz, demokrasiye ve mevcut kanunlara aykırı şeyler “halk istiyor” diye herkese dayatılamaz. Yargı bağımsızlığı bunun garantisidir.

Kuvvetler ayrılığının yanı sıra ifade özgürlüğü, özgür basın, sivil toplum kuruluşları, toplanma ve gösteri özgürlüğü gibi demokratik haklar yine sağlam bir demokrasinin temel taşlarıdır. Bu haklar yerinde durduğu sürece cahil bir seçmen kitlesinin vereceği zarar geçici ve sınırlı kalır.

Diyeceğim, demokrasinin düzgün işlemesi için herkesin oyu farklı olsun demeye gerek yok. Dünyadaki mevcut örnekleri doğru düzgün uygulayabilsek kafi gelir.

Ama geldiğimiz durumda düzgün bir demokrasiyi nasıl yaratabiliriz derseniz, bilmiyorum!

Zamanın rüzgarı

Çevrendeki zulmü çaresizce seyrederken için içini yiyor. Elin kolun bağlı, ne yapacağını bilemiyorsun. Sadece yönetenler değil zalim olanlar; yönetilenler de onların zulmünü alkışlıyor. Kötülüğün bu dereceye varabilecek oluşunu hafsalan almıyor. Dev bir okyanus dalgası gibi, bildiğin her şeyi yerle bir eden bir şeytanlık hüküm sürüyor. Merak ediyorsun, bu kadar büyük kötülükler nasıl cezasız kalabiliyor?

Böyle öğrenmemiştin oysa. Zulme başkaldıran iyi insanların hikayeleri hep mutlulukla biterdi. Belki zorlanırdı iyiler mücadelelerinde, belki ölümün kıyısına kadar gelirlerdi, ama sonunda galip gelirlerdi. Tecrübesiz bir genç, saf bir keloğlan, köyünden çıkmamış bir hobbit, dünyadan habersiz bir avcı kız, koca koca zalimleri dirayeti, aklı ve kalbiyle toprağa gömerdi. Bu cesur gençleri görüyorsun, ama hiç biri zalimin zülmünü bitiremiyor.

Ninen de hep allaha havale etmez miydi kötüleri? Allah verecekti onların cezasını, saf ve iyi kalplileri kurtaracaktı. Daha birkaç yaz görmüş bebekleri öldüren katilleri durdurmak bir yana, neden onları zor durumlardan kurtarıyor diye düşünüyorsun, cevap bulamıyorsun.

Adalet istiyorsun. Kötülük, yapanın yanına kâr kalmasın istiyorsun. Medeniyetin temel taşı budur zaten. Ama her geçen gün umudun azalıyor. Tiranlar ve yandaşları, hesap vermek şöyle dursun, mutlu mutlu ömürlerini tamamlayacak gibi görünüyor.

Umutsuzluğa kapılma. Zamanın en güçlü yargıç olduğunu hatırla. Yıllar sonra bugünlerin nasıl anılacağını düşün. Zamanın sert rüzgarı toz toprağı süpürüp götürür, sağlam kayaları bırakır sadece geride.

Zalimler bugün seni işsiz kalma, hapse girme, linç edilme korkusuyla sindiriyor olabilirler. Ama yaptıkları kötülükleri ilelebet örtbas edemezler. Başka bir yerde, pençelerinin erişemediği insanlar onların ipliğini pazara çıkaracaktır. Propaganda araçları ne kadar güçlü olursa olsun, eninde sonunda hakikat kendini gösterir.

Yıllar sonra bugünün zalimleri, dünyayı güzelleştirenler değil, bozanlar arasında anılacaklar. “Biz onlar sayesinde değil, onlarla mücadele ederek bu günlere geldik” diye yazacak tarihler. “Geri kalmamızın sebeplerinden biri bunlardır. Onlara verilen gücü büyük işler yapmak için kullanabilirlerdi, ama açgözlülükleri ve cehaletleriyle bu fırsatı heba ettiler.” denecek.

Hangisi daha büyük bir cezadır? Haklının ve doğrunun yanında olduğunu bilerek sıkıntı çekmek mi, yoksa bir şeytan olarak hatırlanacağını bilerek altın yaldızlar içinde yaşamak mı?

Bugün Sokrates’i mi alkışlıyoruz, onu ölüme mahkum eden yargıçları mı?

İmparator Neron mu daha büyük bir insandır, yoksa öldürttüğü danışmanı Seneca mı?

Cunta lideri Evren hapse girmedi belki, ama bir zamanlar kendisini alkışlayanların sonradan ona lanet okuduğuna şahit olacak kadar uzun yaşadı. Tarihe bir kara leke olarak geçmek daha ağır bir ceza değil midir?

Belki de bunu bildikleri için bu yüzden bu kadar hırçın ve saldırgandır bu zalimler. Bir zamanlar, her genç insan gibi, doğrunun yanında olduklarını düşünüyorlardı. Dünyayı güzelleştirmeyi, adalet sağlamayı hayal ediyorlardı. Güç ve başarıyla imtihan edildiler, ama en zor imtihandır bu, sadece en sağlam karakterliler geçebilir onu. Kaldılar imtihandan. Artık karanlığın içine girdiler ve çıkışları yok. Kendi hayallerine ihanet ettiler.

Şaşaaya, kaba güce, kalabalığa aldanmamak gerektiğini Hayyam bin sene önce söylemişti. Dünya imparatoru Keykavus bile, yıkıntılar arasındaki bir kemik parçasından ibaret kalmadı mı?

Bir kuş gördüm yüce Tus kalesinde,
Keykavus’un kafa tası pençesinde.
Sorup duruyor kafaya: Hani? Nerde?
Adamların, davulun dümbeleğin nerde?

Hepimizin hayatı iki yokluk arasındaki anlık bir kıvılcımdan ibaret. Her birimiz tarihe hesap vereceğiz eninde sonunda. Dünyaya ne verdiğimizin hükmü orada dağıtılacak acımasızca.

Dürüstlük hainlik değildir

Geçtiğimiz haftaların korkunç haberlerini hepiniz biliyorsunuz: Hükümete ve Erdoğan ailesine yakınlığıyla bilinen Ensar Vakfı’nda 45 çocuğun cinsel taciz ve tecavüze uğradığı ortaya çıktı. Bu olay tek başına yeterince mide bulandırıcıyken, hükümet üyelerinin ve yandaşların bu olayı örtbas etmeye, önemsiz göstermeye çalışmaları vicdanlı insanları çileden çıkardı. Özellikle, aile bakanı sıfatı taşıyan Sema Ramazanoğlu’nun “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” demesi bardağı taşırdı. Sosyal medyada büyük bir tepki fırtınası başladı, istifa etmesi için imza kampanyası açıldı.

Ancak sosyal medya şişede durduğu gibi durmuyor. Tepki olarak paylaşılan tvitlerden birisi, Ramazanoğlu’nun resminin üstüne eklenmiş yazılar içeriyordu, ve Ramazanoğlu’nun söylemediği bir cümle eklenmişti: “Bazı yayın kuruluşları tecavüzü sanki kötü bir şeymiş gibi yansıtarak Ensar Vakfı’nı karalamaya çalışıyor.

Ramazanoğlu’nun temsil ettiği zihniyetten tiksiniyor olabilirsiniz. İdeolojik sadakatini vicdanının üstünde tuttuğunu, böyle bir cümleyi içinden geçirmiş olabileceğini de düşünebilirsiniz. Ama söylemediği bir cümleyi birisinin ağzına yapıştırmak, sebepleri ne olursa olsun, yalan söylemektir.

Bu resim Twitter’de yayıldı, birçok kişi tvitledi. Muhalif duruşuyla da tanınan bir tiyatro sanatçısı bu kısmen uydurma mesajı takipçileriyle paylaştı. Bu normal; hepimiz sık sık böyle hatalar yapıyoruz. İşin anormal olan kısmı, sanatçıya bu resimdeki ifadenin yanlışlığı söylendiğinde, hatasını kabul edip tviti silmedi. Hatayı gösterenlere kulak tıkadı, hatta onları blokladı, yani tvitlerini görmelerini ve iletişim kurmalarını engelledi. Bir süre sonra yanlışlık içeren tviti sildi, ama özür yerine şöyle bir cümle yayınladı:

Yalan bir caps olan tiviti sildim, ama dürüstlük yapıcam diye çomar yancılığı ve her türlü terbiyesizliği yapanların yeri ayrı.

İki sebeple ismini vermiyorum: Birincisi, bu sanatçının mücadelesini takdir ediyorum. AKP faşizmiyle boğuşurken sinirlerinin bozulup böyle bir hata yapması normal. İkincisi, pek çok kişinin yaptığı bir hata için bir kişiye yüklenmek doğru değil. Şurada kaç kişiyiz de birbirimizi bu kadar kolay harcayalım?

Bu örneği vermemin amacı hepimizin yaptığı duygusal bir hataya dikkat çekmek. İnsanlar konformisttir; ait oldukları gruba zıt gitmek istemezler. Özellikle de mücadelede olduğumuz bir karşı taraf varsa, bizim taraftaki hatalara işaret etmek “hainlik” olarak yaftalanır.

Sosyal medyanın insanları şahinleştirdiği, fikirlerini keskinleştirdiği bilinir. İçinde bulunduğumuz durumda bunu anlamak mümkün. Karşınızda her türlü ahlaksızlığı “kol kırılır yen içinde” zihniyeti ile örtbas eden, ideolojilerinin zaferi için her türlü yalanı ve suçu mübah gören bir karanlık olduğunda soğukkanlı olmak zor. Yine de biz kendimizi başka bir teraziyle tartmak zorundayız. Onlar ne kadar yalan söyleseler de, biz sadece doğruya bağlı kalmalıyız ki bize takacakları bir kulp olmasın. Kaldı ki, sadece gerçeği söylemek bile bu ortaçağ kulu zihniyetinin korkunçluğunu ortaya sermeye yeter, ötesine geçmeye lüzum yok.

Nihai olarak iyi bir amaca yönelik olduğunu düşündüğümüz zaman gerçeğe bağlı kalmanın gerekli olmadığını düşünebiliriz. Hatta bir mücadele içindeyken hataları gösterenleri hainlikle suçlamaya yatkın olabiliriz. Ama mücadele ettiklerimiz de tam bunu yapmıyor mu? Kendilerince doğru buldukları amaçlar için mütemadiyen yalan söylüyorlar, ve tam da bu yüzden onlarla mücadele ediyoruz.

Birçok insan bu baskı ortamında büyük sıkıntılar çekiyor, yıpratıcı bir mücadele veriyor. Yine de Nietzsche’nin öğüdünü hatırlamak gerekiyor:

Canavarlarla mücadele edenler kendileri de canavarlaşmamaya dikkat etmeli. Karanlığın içine baktığında, karanlık da sana bakmaktadır.

Bu günler geçecek. Yobaz karanlığı böyle devam edemez, beceriksizlikleri ve aptallıkları kendi başlarını yiyecek eninde sonunda. O zamana kadar, karanlığın içinde kendi cılız ışığımızla ilerlemeye devam edeceğiz, ta ki güneş doğana kadar.

Not: Aslında, buna gelene kadar, önce AKPlilere söylenecek şeydir dürüstlüğün hainlik olmadığı. Sevdiğiniz bir kurumda bir suç işlendiyse, dürüstçe bu suçu ifşa etmek ve suçluları cezalandırmak davaya ihanet değildir. Tam tersine, inceleyip kendilerini aklasalardı o zaman inançlarına hizmet etmiş olurlardı. Ama şimdi, elbirliğiyle örtbas etmeye ve önemsizleştirmeye çalışmaları yüzünden kendilerini geri dönülmez derecede iğrençliğe bulamış durumdalar. Muhafazakâr kafaya bir şey anlatmaya çalışmak boş. Ben sadece belli bir vicdanı, eğitimi, ve medeniyeti olanlara hitap ediyorum.

Not 2: Bir grubun üyelerinin kendi kendilerini dürüstlüğe zorlamaktan vazgeçtiklerinde düşecekleri ahlaksızlık çukurunu İhsan Eliaçık çok güzel ifade etmiş:

Eğer bu skandal ortaya çıkmasaydı ve tecavüz olayı vakıf içerisinde tespit edilseydi, ‘kabile şefi’ ve ‘Müslümanlar’ zarar görür endişesiyle saklı tutulurdu. İşte bu ‘putperestlik’, çocuğa tecavüz edilmesinden daha vahim.

Mesela her türlü ihale yolsuzluğu, Reza Zarrab’dan tutun da Egemen Bağış’a kadar rüşvet alan adamların hepsi bilinir, hatta içlerinden bazıları ‘Rüşvet haramdır’ diye de düşünür düşünmesine ama bu gerçeklerin ortaya çıkması istenmez. Kendilerinden olmayanlar bu skandalları malzeme olarak kullanmasın diye hemen savunmaya geçerler.

“Astrolojinin Bilimle İmtihanı”

Açık Bilim ve Yalansavar‘dan kalem arkadaşım Tevfik Uyar‘ın “Astrolojinin Bilimle İmtihanı” kitabı birkaç ay önce piyasa çıktı. Yaz başından beri bir araştırma bursuyla yurtdışında olduğum için kitabı alamadım, ama Tevfik kitabın bir nüshasını, hem de imzalı olarak bana postalama nezaketini gösterdi. Elime geçer geçmez büyük bir zevkle okuyup bitirdim.

20150918_174254Tevfik’in yazılarını okuyorsanız kalem ustalığına zaten aşinasınızdır. “İmtihan“da ise ustalığını daha da ileri taşımış. İkiyüz sayfalık bir kitabı, akıcı bir düzenleme ve renkli bir üslupla bir çırpıda okumanızı sağlıyor, astronomiden psikolojiye kadar geniş bir yelpazedeki kavramları özünü feda etmeden basitleştirmeyi başarıyor.

Kitabın yayınlanmasının ardından Tevfik medyada epey yer aldı. Kitap incelemeleri yazıldı, yazarla gazete ve TV röportajları yapıldı. Bunların tam bir listesi “İmtihan“ın Facebook sayfasında mevcut. Görülen ilgi sayesinde kısa zaman sonra da kitabın ikinci baskısı yapıldı.

Tevfik ve “İmtihan” bu ilgiyi hakediyorlar elbette. Hem mutlu oldum, hem de bilimsel konulara fazla ilgi gösterilmeyen ülkemizde pek çok güzel kitabın sessizce yayınlanıp aynı sessizlikte raflardan kalktığını bildiğim için şaşırdım. Anlaşılıyor ki Tevfik doğru zamanda doğru işe girişmiş. Belki de artık toplumumuzda eleştirel bakışa hazır, sapla samanı ayırt etmelerine yardımcı olacak kaynaklara ulaşmak isteyen bir kritik kütle oluşmuştur.


Astrolojinin Bilimle İmtihanı” üç bölümden oluşuyor. Kitap ilk bölümde astrolojinin tarihte ortaya çıkışını, yokolmaya yüz tutuşunu, sonra ticari amaçlarla tekrar canlandırılışını anlatıyor. İkinci bölümde daha fazla ayrıntıya giriyor, astrolojinin iddialarını tek tek ele alıp tutarsızlıklarını ve hatalarını gösteriyor. Üçüncü bölümde ise psikoloji araştırmalarından yararlanarak astroloji ve benzeri sahte bilimlere neden bu kadar kolaylıkla inanıldığını inceliyor.

Yıl içinde Dünya Güneş çevresinde dolanırken arka plandaki yıldızlar sabit kalırlar, ve Dünya’dan bakınca Güneş yıl içinde değişik bölgeleri gezer gibi görünür. Eski Mısır ve Sümer zamanından, belki daha da eskiden beri, insanlar Güneş’in ve Ay’ın hareketlerini takip etmişler, nereden doğup nereden battıklarını dikkatle kaydetmişler. Veriye dayanan astronomi bilimi de, hayale dayanan astroloji safsatası da bu gözlemlerden doğmuş. İnsan muhayyilesi, tanrısal bir varlık saydığı Güneş’in, daha küçük tanrısal varlık saydığı yıldız gruplarındaki gezinmesiyle mevsimsel değişiklikleri ilişkilendirmiş. Ara sıra gelen kıtlık, savaş, ölüm gibi beklenmedik olaylar da, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan “gezegen”lerle bağdaştırılmış. Meselâ MÖ 2. binyıldan kalan şu Babil tableti gibi:

“Ab ayında Venüs yükselirse, yağmurlar olacak, kıtlık ve yıkım olacaktır.
Ab ayında Venüs’ün beyaz bir alevi olursa, ülkede kıtlık olacak ya da kral çok güçlü olacaktır.
Ab ayında Venüs ufka doğru karalarak alçalırsa ya da sönük kalırsa, o ay Elam ve ordusu mahvolacaktır.
Ab ayında Venüs yükselir ve bir yıldız kayarsa, kıtlık olacak ya da kral güçlü hale gelecektir.
Ab ayında Venüs görünmezse, kral güçlü olacak ve ülke mutlu olacaktır.”

Bu kehanetler dikkatli gözlemlerden çıkmış değil tabii, bildiğiniz sallama. Günün birinde birisi Ab ayında (hangi aysa artık) Venüs’ün ufkun epey üstünde olduğunu görmüş, sonra tamamen farklı bir meteorolojik sebepten çok yağmur yağıp ekini mahvetmiş, ondan sonra “demek ki Venüs yükselirse yağmur, kıtlık, felaket!” diye genellemiş. Aynı “yersiz genelleme” yanılgısı hâlâ her gün karşımıza çıkmıyor mu? Meselâ 1999 depreminden birkaç gün öncesine bir güneş tutulması denk geldi; o gün bugündür güneş tutulması zamanlarında yersiz deprem yaygaraları koparılıyor. Bunun gerçekle alâkası yok tabii; tek veri noktasıyla böyle bir sonuca varılamaz. Nitekim uzun dönemli verilere bakıldığında depremle güneş tutulması arasında bir ilişki olmadığı görülüyor. Ama insan zihni olgular arasında bağlantı kurmakta o kadar iyi ki, olmayan bağlantıları bile hayal etmekten kendini alamıyor. Üstelik, yanlışı gösterildiği zaman bile bu hayalinden vazgeçmiyor.

Bilişsel yanlılık (cognitive bias) dediğimiz bu düşünme hataları, astroloji ve benzeri sahte bilimlerin “akla yakın” gelmesinin ve kolaylıkla yayılmasının en önemli sebebi. Bu yanılgılar bir değil, iki değil, pek çok. Yani, o çok övündüğümüz zihnimiz aslında hatalı, bozuk, güvenilmez bir makine. Bu hatalardan kaçınmanın tek yolu, varsayımlarımızın hangi somut delillere dayandığını sorgulamak ve sağlam mantık kuralları ile düşünmeye kendimizi zorlamak.

Düşünme hataları kitabın en önemli temalarından biri. Tevfik astrolojinin yanlışlığını göstermekle, yani sineği öldürmekle kalmıyor, bataklığı kurutmak için ne yapmamız gerektiğini de anlatıyor. Sahte bilimler, hurafeler, şarlatanlıklar ve aldatmacalar bilişsel yanılgılarımız sayesinde tutunabildiğine göre, bu yanılgıların ne olduğunu anlamak ve kendimizi bilerek önlem alabilmek çok önemli. Bir evrimsel kalıntı olan yanılgılar istisnasız hepimizin zihnini kirletiyor, ama dikkatli düşünmeye gayret edenler bunların etkisini azaltabiliyor.

Her türlü işte başarılı olmak için bir öğrenme sürecinden geçmenin şart olduğunda hemfikirizdir. Okumayı, yazmayı, resim yapmayı, hatta yürümeyi bile öğrenmemiz gerektiğini, bunun için çaba harcamanın lüzumlu olduğunu biliriz. Ama nedense düşünmenin kendisini öğrenmek ihtiyacı hissetmiyor, aklımıza gelen ilk şeyi doğru kabul ediyor ve sonra bu kabulümüzü cansiparane savunuyoruz. Oysa psikolojik araştırmalar, edindiğimiz kanaatlerin ne kadar rastgele olduğunu bize gösteriyor: Birkaç saniye önce görüp duyduklarımız, yorgun veya dinç oluşumuz, aç veya tok oluşumuz, kanaatlerimizi belirlemekte ağırlıklı rol oynuyor. Rasyonelliğimiz ise kısık sesli utangaç bir çocuk gibi, hemen köşesine çekilip susuveriyor.

Tevfik bütün bu maluliyetlerimizi, bilimsel çalışmalara dayanarak ortaya seriyor ve astroloji örneği üzerinden aklımızı nasıl kösteklediklerini anlatıyor. Düşünmeyi öğrenmek, tepkiyle acele yargılara varmaktan kaçınmak, ve utangaç rasyonelliğimize söz hakkı verebilmek için böyle kitapların artmasına ihtiyacımız var. “İmtihan” Türkçe eleştirel düşünce literatürünü zenginleştiren bir eser olmuş. Benzerlerinin artmasını iple çekiyorum.