Sayı oyunlarında tanrıyı aramak

Onsekizinci yüzyılın entelektüel devleri olan Dennis Diderot ile Leonhard Euler arasında geçtiği söylenen bir hikaye vardır:

1773-1774 yıllarında Diderot, Çariçe 2. Katerina’nın davetlisi olarak San Petersburg’u ziyaret eder. Ateist olan Diderot, felsefi fikirlerini büyük bir coşku ve sarahatle her ortamda yaymaktan hiç çekinmez. Saray çevresindeki muhafazakar insanlar bundan rahatsız olmaktadır, ama Çariçe büyük hayranlık duyduğu konuğunu emirle susturmak istemez.

O sırada San Petersburg’da yaşamakta olan dindar matematikçi Euler ile bir düzen kurarlar. Saraydaki bir davet sırasında Euler, Diderot’ya gelir ve “Tanrı’nın varlığını cebirsel olarak ispat edebilirim.” der. Diderot bu ispatı duymayı çok istediğini söyleyince, Euler “Beyefendi” der, “(a+b^n)/n = x , öyleyse Tanrı vardır. Buyrun cevap verin.”

Hikayeye göre Diderot matematikten hiç anlamadığı için bunun anlamsız bir uydurma olduğunu görememiş ve cevap verememiş. Saray erkanının önünde gülünç hale düşmüş ve kısa zaman sonra San Petersburg’u terketmiş.

Hikayenin bu şeklinin uydurma olduğu kesin. Diderot matematikten gayet iyi anlardı, hatta matematik alanında bilimsel yayınları vardı. Euler gibi bir dahi de bu kadar çiğ bir zırva üretecek karakterde değildi. Eğer böyle bir diyalog olduysa, yüksek ihtimalle şaka amaçlıydı. Belki Diderot kendini Euler’den gelecek ciddi bir argümana ciddi bir cevap vermeye hazırlamıştı. Oysa böyle bir saçmalığa verilebilecek hiç bir cevap olamazdı, ancak benzer bir şakayla mukabele edilebilirdi.

Yine de, bunu aydınlatıcı bir mesel olarak da ele alabiliriz. Hikaye, anlamsız ifadeleri matematiksel bir görünüme büründürerek kafa karıştırmaya çalışanların tartışma tarzını gösteriyor. Böyle bir argümana maruz kalan birisi, eğer matematikten anlamıyorsa, herhalde benim bilmediğim bir hikmet vardır diye düşünerek geri çekiliyor. Anlayan ise, bu saçmalığın neresini düzelteceğini bilemediği için diyecek birşey bulamıyor. Safsatayı üreten, iki halde de kendini muzaffer ilan ediyor.

Bu obskürantizm türüne siyaset bilimi, iktisat, işletme gibi alanlarda rastlanabiliyor.

Akademik alanda, Nobel ödüllü ekonomist Paul Romer, meslektaşlarını “mathiness”in yaygınlaşmasına karşı uyardı. Sokal ve Bricmont “Son Moda Saçmalar” isimli kitaplarında bazı ünlü felsefe ve sosyoloji uzmanlarının sözde-matematiksel argümanlarını eleştirdiler.

Tanrının varlığını “ispat etmeye” çalışan bazı teolojik argümanlarda da sözde matematikselliğe bol bol rastlıyoruz. Bunlardan “Tevrat Şifresi” ve “19 Mucizesi” en çok bilinenlerden. Bunlar genel olarak nümeroloji (sayılara mistik anlamlar yükleme) ve gematria (harflere veya kelimelere sayısal değerler atama) uygulamalarına dayanıyor. Bu uygulamaların kökleri Yahudi mistisizmine ve Pisagorculuğa kadar uzanıyor.

“Benzeri yazılamaz, demek ki tanrı var”

İslamcılar arasında, Kuran’ın matematiksel bir yapısı olduğunu göstermek, bu yapıyı bir şekilde düşük bir olasılığa bağlamak (genellikle olasılık teorisini pek iyi anlamadan), ve böylelikle Kuran’ın gerçekten tanrısal kaynaklı olduğunu “ispatlamak” gibi bir motivasyon var.

Bu çaba, Kuran’ın birkaç ayetinden ilham alıyor, örneğin:

“Kulumuza indirdiğimiz kitaptan dolayı bir şüphe içinde iseniz onun benzeri bir sûre de siz getirin, Allah’tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın; eğer iddianızda samimi iseniz!” (Bakara 23)
“De ki: ‘Yemin ederim, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak için ins ve cin bir araya gelip birbirine destek olsa dahi onun benzerini ortaya koyamazlar.'” (İsra 88)

Bu meydan okuma için İcaz-ül Kur’an (Kuran’ın aciz bırakışı) terimi kullanılıyor. Özünde, taleplere rağmen İslam peygamberinin bir mucize gösterememesi üzerine, “asıl mucize Kuran’dır, inamıyorsan sen de benzerini yap” diyerek topu taca atması etrafında gelişen bir argümanlar zinciri.

“Benzer” ile neyin kastedildiği pek net değil. Kutsal sayılan metin olarak Kuran benzersiz değil; birçok başka kutsal metin var. Dilinin güzelliği, dinleyeni etkilemesi gibi boyutlarda benzersiz oluşu öne sürülüyor, ama bunların hepsi zaten onu benzersiz bulmak isteyenlerin sübjektif yargısı. Bir Hıristiyan da İncil’in benzersiz olduğunu aynı argümanlarla ileri sürebilir.

Kaldı ki “benzerini üretememe” kriterinin bir metnin ilahi kaynaklı olması ile alakası yok. Ben de Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin benzerinin yazılamayacağını ileri sürebilirim ve bu iddia çürütülemez. Tersten bakarsak, gerçekten ilahi kaynaklı olan sözler gayet basit ve süssüz, benzerini her yerde duyabileceğiniz dümdüz cümleler de olabilir, niye olmasın ki?

7ve19 ile aritmetik oyunları

Kuran’ın benzersizliğini sayısal kriterlere dayayarak, diğer İcaz-ül Kur’an argümanlarının sübjektifliğinden kurtarma iddiasında olanlar var. 7ve19 sitesi de bunlardan biri.

Sitedeki yazıların üslubu garip ve gereksiz derecede saldırgan. Sayısal ve objektif bir yöntemi olduğunu iddia edenlerden daha serinkanlı bir üslup beklenirdi. Öne sürülen yöntemler, aslında amatör heveslilerde örneği çok görülen türden dört işlem oyunları. Hepsi 7 ve 19 sayıları etrafına inşa edilmiş, çünkü bu sayılar Kuran’da geçiyormuş.

Sitenin genel “teorisini” anlamak kolay değil. Düzenli veya odaklanmış bir yapısı yok. Açıklamalar muğlak, çoğunlukla youtube videolarına yönlendiriyor. Ancak sayısal kriterleri listelediği uzun bir yazı mevcut. (Burada 19 tane kriter olduğunu söylüyor ama 9-1’den 9-3’e ve 19-1’de 19-4’e kadar kriterler de eklemiş olduğu için 26 kriter var. Sihirli bir sayı vermek daha etkileyici görünse gerek.)

Kriterler belli sureler üzerinden oluşturulmuş. Bunlar huruf-u mukatta adı verilen, bir anlam taşımayan harflerle başlayan sureler (ha-mim veya ayn-sin-kaf). Site bunlara “kodlama harfleri” diyor. Örnek olarak birinci kriter şöyle:

Kriter-1: 7 adet Sure getiriniz. Getireceğiniz bu surelerin 2 adet kodlama harfi olmalıdır. Her surenin kodlama harflerinin sayılarından oluşan tablonun birinci sütunda 3 basamaklı, ikinci sütununda 2 basamaklı sayılar bulunmalıdır.

Bu ne demek derseniz, şu tabloya bakın. Ha ve Mim ile başlayan yedi sure içinde, Ha ve Mim harflerinin kaç kere geçtiğini gösteriyor (bunu kendim kontrol etmedim, sitenin doğru saydığını varsayıyorum). Sizin yazacağınız surede de, seçtiğiniz kodlama harfleri metnin içinde benzer sayıda olmalı (birincisi yüzler, ikincisi onlar mertebesinde).

İkinci kriter şöyle:

“Getireceğiniz 7 surenin içindeki kodlama harflerinin toplamı 19’a tam olarak bölünmelidir. Olasılık değeri 1/19    19’da 1 ihtimaldir. (Reşat Halife – 1984)”

Yukarıdaki tablodaki sayıların hepsini topladığınızda 2147 oluyor, bu da 19’un katı. Kritere göre, sizin yazdığınız surede de aynısı geçerli olmalı.

Peki neden 19? Yazara göre Kuran’da geçtiği için. Ama yine yazara göre 7 sayısı da önemli, neden 7’ye bölmüyoruz? Belki onunla kalansız bölünemediği içindir (!)

Başka sorular da geliyor akla. Bölme işleminin hususiyeti nedir? Neden başka herhangi bir işlem değil de bölme? Toplamın 19 tabanlı logaritmasını almamak için bir sebep var mı? Veya sayıların 19. kuvvetlerinin toplamının 19. basamağını? Tanrı Kuran’da bir kodlama yaptıysa, herhalde daha sofistike işlemler kullanabilecek hesap gücü vardır. Bu tercihlere dair bir açıklama göremedim sitede.

Üstelik, bu sonucun ortaya çıkma olasılığını 1/19 olarak vermek doğru değil. Bu tahmin sanırım bir tamsayıyı 19’a böldüğümüzdeki kalanın 0 ile 18 arasındaki sayılardan biri olduğu düşüncesine dayanıyor, ama bu kalanların her birinin eşit olasılıklı olduğunu düşünmek için bir sebep yok.

Üçüncü kriter, tablodaki sayıların toplamının, o sayıların rakamlarının toplamına bölümünün 19 olması gerektiği. Neden rakamları topluyoruz, bunun için makul gerekçe nedir? Bilinmiyor. Neden toplamak yerine mesela çarpmıyoruz? O da bilinmiyor.

Bu sonucun olasılığının 1/40 olduğu öne sürülmüş. Nedeni belirsiz.

Bundan sonra kriterler gitgide uçuklaşıyor. Örneğin, tablodaki sayılar çeşitli aranjmanlarla yanyana getirilip büyük bir sayı oluşturuluyor ve bunların 7 veya 19 bölümlerinden kalanlara dair kriterler konuyor.

Neden beşinci kriterde mod 19 kullanılmışken altıncı kriterde mod 7 kullanılmış? Neden yedinci kriterde iki ayrı mod var ve ikincisinde kalan 0 yerine 7? Bunların net bir açıklaması yok.

Bu sayılar birçok değişik düzende birleştirilebilir. Neden sadece bu düzenler kurulmuş? Tahminim, sadece bu kriterlerde 7 ve 19’a bölünüp, sihirli sayılardan biri kalan olarak bulunabildiği için. Bu şekilde Sayılara işkence edip, sadece işimize gelen sonuçları alarak, yani “data mining” yaparak her şeyi kanıtlayabiliriz.

Daha sonraki kriterlerin bazıları Ebced hesabına dayanıyor. Ebced kodlaması sadece Arap alfabesi için geçerli, ama yazar üretilen surelerin her dilde (“Türkçe, Latince”) yazılabileceğini söylüyor. Bunların ebced hesabının nasıl yapılacağı belli değil.

Her kriterle ilgili bir olasılık değeri veriliyor, ama yukarıda açıkladığım gibi, bunların doğruluğu şüpheli. Dahası, yazar kriterlerin olasılıklarını çarparak “toplam olasılık” elde ediyor. Ancak, tekil olasılıkları çarparak birleşik olasılığı bulmak, sadece kriterler birbirinden bağımsızsa geçerlidir. Oysa yazar kriterlerin hepsinin birbirine bağlı olduğunu iddia ediyor, o zaman olasılıkların basitçe çarpılması doğru olmaz.

İlerideki daha karmaşık kriterlerde, sure içindeki kodlama harflerinin yerine ebced karşılıklarını koyarak uzun bir rakam dizisi oluşturuluyor ve bu rakamın 7 veya 19’a bölümlerinden kalanlar hesaplanıyor. Örneğin:

Ancak, bilgisayar işlemcilerinin yapısı yüzlerce basamaklı sayılarla hesap yapmaya uygun değildir. Bu kadar büyük sayılarla aritmetik yapmak için “arbitrary precision arithmetic” adı altında tanımlanan özel algoritmalar kullanmak gerekir. Bu hesapları yapanların buna dikkat ettiklerine, hatta bu problemden haberdar olduklarına dair bir işaret yok.

Overfitting

Bu sitedeki “objektif” kriterlerin pek öyle objektif olmadığını, ellerindeki metne uyacak şekilde hazırlandığını görebiliyoruz. Zaten taraflılıklarını hiç saklamadan, Kuran’ın ilahi söz olduğu varsayımıyla yola çıkarak üst üste farklı şartlar bindiriyorlar ve “benzerini yaz bakalım” gibi bir meydan okumaya giriyorlar. Çok fazla kriter olmasını, güvenilirliğinin bir ölçüsü olarak görüyorlar.

Bunda yanlış olan ne? Mesele şu ki, çok fazla ayrıntı benzerlik denen şeyi anlamsızlaştırır. Basit bir örnekle, ana hatlarıyla çizilmiş bir yüz birçok kişiye benzeyebilir. Ama hiperrealist şekilde, cildindeki gözeneklere kadar birebir çizilmiş bir resim elbette ki modelinden başka kimseye benzemeyecektir.

Scott McCloud, “Understanding Comics”

Bu yapılan, istatistiksel modellemede “aşırı öğrenme” (overfitting) olarak bilinir. Elinizde bulunan veriyi açıklayacak bir model kurmak istersiniz. O kadar iyi bir model kurarsınız ki, her şeyini mükemmel olarak buluyordur. Ama aynı modeli başka bir veri kümesine uyguladığınızda işe yaramaz; çok hatalı olduğunu görürsünüz. Bir kişinin vücuduna mükemmel oturan takım elbise üreten bir konfeksiyon atölyesi gibisiniz; elbise başka hiç kimseye uymayacaktır. Matematiksel dille, model genellenemez.

Yani, böyle aşırı sayıda kriterler konduğunda elbette “benzerini” üretemezsiniz. Ama bu, Kuran’a özgü bir şey değildir. Böyle bir yaklaşımı her türlü metne uygulayabilirsiniz. İlyada, Yüzüklerin Efendisi, Penthouse Mektuplar Köşesi Antolojisi… 19 ve 7 sayıları kullanılmaz da, paragrafların ilk harfleri kullanılır, sayfanın son kelimeleri kullanılır. Hayal gücünüze ve takıntı derecenize kalmış. Her birinin benzeri üretilemeyecek eşsiz metinler olduğunu bu şekilde savunabilirsiniz. Ama bu neyi kanıtlar ki?

“Benzerini oluşturmak” aslında bir model kurmak demektir. Model ise bir genellemedir. Genelleme yapılamayacak bir model kurmak, hiç model kurmamaktır aslında. Bir kişiden başkasına uymayacak bir elbiseyi mağazalarda satmaya çalışmak gibi.

Öte yandan benzerlik kavramının anlamının kalmayacağı kadar “aşırı öğrenilmiş” bir model, nümerolojik İcaz’ül Kuran savunucularının tam istediği olabilir. Kuran’ın tanrı sözü olduğuna inanan müminler, bunun aksine dair herhangi bir argümanı kabul edemezler, yoksa şirke girmiş olurlar.

İslam ilahiyatçılarının bu gibi nümerolojik girişimlere hoş bakmadığı anlaşılıyor. İslam Ansiklopedisi’ne göre “Reşâd Halîfe tarafından on dokuz sayısına bağlı bir i‘câz teorisi ileri sürülmüşse de bu telakki, Bahâîlik inancını temellendirmeyi amaçlayan bir çalışma olarak değerlendirilmiş ve tutarsızlıkları kanıtlanmıştır.”

Zaten, Kuran’ın mesajına önem veren birisi, sırf harflerinin aritmetiği belli ilişkilere uyuyor diye herhangi bir metni neden Kuran’a denk saysın ki?

“Hodri meydan”?

Bu gibi garip sayısal oyunlar uyduranlar, herhalde çok orijinal ve dahiyane bir iş yaptıklarını düşünüyor olmalılar ki, inanmayanlara saldırgan tavırlarla meydan okuma hevesine kapılmaya çok meyilliler. Bu meydan okuma onların varlığında ve inancında önemli bir yer alıyor olsa gerek.

Dilleri ne kadar saldırgan da olsa, ergenliğini aşmış birisinin böyle kışkırtmalara cevap vermesine gerek olduğunu düşünmüyorum. Faydası yok öncelikle. Eğer bu karmakarışık (ve muhtelemen tutarsız) formüllerden bir şey çıkartmayı başaramazsanız, bunu kendi propagandaları için kullanacaklar. Veya diyelim ki, benzerliğe uyan bir şey çıkardınız. Bunu kabul etmeleri mümkün değil, çünkü bunun olamayacağına iman etmişler. Akla geldik gelmedik her türlü safsatayı yaparak aslında “benzerlik olmadığını” savunacaklar.

Üstelik, bu meydan okumayı kabul etmek kanıt gösterme yükümlülüğünü ters çevirmektir. Bir metnin görülmeyen, duyulmayan, kendini göstermeyen bir tanrıdan kaynaklandığını iddia eden kişi, bu tuhaf iddiasına kanıt göstermekle yükümlüdür. Bu iddiaya inanmayanların ise böyle bir yükümlülüğü yok. Olağanüstü (bilinen her şeye aykırı) iddialar olağanüstü (doğrudan, somut, su götürmez) kanıtlar ister. Nereden çıktığı belirsiz acaip aritmetik oyunları yeterli bir kanıt sağlamaz.

Bu temel prensibi kabul etmeyen olabilir; o halde ben de bir meydan okuma yapayım: Bir avuç suyu yere döktüm, aşağıdaki gibi bir şekil çıktı. Siz de alıp dökün. Eğer benzerini oluşturamazsanız tanrı yoktur. Ama kriterlerim var: Üstte şu uzunlukta bir çıkıntı olacak, sağ altta şu derinlikte bir girinti olacak, içinde şu dağılıma uyan çapta boşluklar olacak, vesaire vesaire. Hodri meydan!

130,000+ Water On Floor Stock Photos, Pictures & Royalty-Free Images - iStock | Water on floor overhead, Water on floor leak, Spilled water on floor

Kara Kutu: “Nereden biliyorsun?”

Komplo teorisyeni Soner Yalçın, Kara Kutu kitabının Sen Nereden Biliyorsun? başlıklı onuncu bölümünü bilimsel yayın sahtekârlıklarına ayırmış ve benim bu konuda yazdığım eski bir makaleden alıntı yapmış. Bilimsel sahtekârlıklara dikkat çekilmesini normalde takdir etsem de, Yalçın burada tamamen çarpık bir amaç güttüğü için bu özel duruma sevinemiyorum.

Yalçın, bilime aykırı iddialar savunanlara karşı, o alanda bilimsel yayın yapmamış olduğu itirazı getirildiğinden bahsediyor. Canan Karatay’ı örnek veriyor: 50 yıllık kalp hastalıkları uzmanı Karatay, benzer “saldırılarla yıldırılmak” isteniyormuş. Yalçın bu itirazı yapanlara şöyle cevap veriyor: “Peki sen yayın yaptın mı?” Bu soruya verilecek doğal cevabı, yani bu konuda çalışmış uzmanların yayınlarını baz almayı kabul etmiyor.

Bölümün geri kalanı bilimsel yayınlardaki yolsuzluklara dair gibi görünüyor. Görünüyor diyorum, çünkü bu konuda çok düzenli ve isabetli olduğu söylenemez, konuyu dağıtıp duruyor. Yine de doğru noktalara, mesela hakemli dergilerdeki özensizliği açığa vuran örneklere, hayalet yazarlara, ilaç firmalarının işlerine gelen sonuçları yayınlatıp işlerine gelmeyenleri örtbas etmesine parmak basıyor. Bunlar bilinen konular, daha sonra döneceğim.

Bölümün sonuna doğru Türkiye’deki bilim sahtekârlıklarından örnekler veriyor. Bu konuda bu blogda epeyce şeyler yazmıştım; Akademik Sahtecilik kategorisi altında bulabilirsiniz. Yalçın, A. Murat Eren’in NTV Bilim dergisinde yazdığı incelemeye de atıf yaparak ünlü sahte konferans düzenleyicisi WASET’ten bahsediyor. Ama bunun tıp ve ilaç konusuyla bir bağlantısı yok.

(Bu incelemenin daha geniş bir halini A. Murat Eren Bilimsel Ahlaksızlığın Gri Mecraları adıyla kendi sitesinde yayınlamıştı. Türkiye’deki yayın sahtekârlıkları hakkında fazla bilginiz yoksa tamamını okumanızı tavsiye ederim. Ne yazık ki bu satırları yazarken mahkeme kararıyla sitenin engellenmiş olduğunu gördüm. Google’da keşlenmiş haline buradan ulaşabilirsiniz. Türkiye’deki intihal, yayın hırsızlığı ve diğer yayın etiği ihlalleri haberlerinin çok iyi bir derlemesini plagiarism-turkish sitesinde bulabilirsiniz.)

Yalçın, bunun ardından benim “Şişme Dergiler ve Yayın Etiği İhlalleri” yazıma atıf yapıyor (ünvanımı yanlış olarak “doçent” yazmış). Bu yazı içinde EEST dergilerinin laçkalığını anlattığım bölümü, ardından da yayın kalitesinin sayılarla ölçülmesini eleştirdiğim kısımdan alıntı yapmış. Bu yazının da tıpla veya ilaç endüstrisiyle bir ilgisi yok.

Bütün bunlardan çıkardığı sonuç şu:

Hâlâ… Tıp konusunda aykırı ses duyduklarında ne diyor kimi çevreler: ‘Bu konuda kaç bilimsel makalesi var ki konuşup duruyor?’

Özetle, Soner Yalçın’ın düşünce zinciri şöyle:

  • Bilimsel çalışma yaptın mı diye soruyorlar.
  • Oysa bunu soranların kendisi bilimsel çalışma yapmamış.
  • Bilimsel yayınlarda sahtekârlıklar var.
  • Demek ki bilimsel yayın yapmasını istemek gerekmez.

Aynı mantıkla şu da söylenebilir.

  • Yolcular sürücüye otobüs ehliyetin var mı diye soruyorlar.
  • Oysa soran yolcuların da ehliyeti yok.
  • Ehliyeti olan sürücüler de kaza yapıyor.
  • Demek ki otobüs kullanmak için ehliyete gerek yok.

Bunun bir safsata olduğunu görmek için safsata kitabı yazmanıza lüzum yok. (Ama sevgili Tevfik Uyar’ın kitabını okursanız daha nicelerini yakalarsınız.)


Yalçın’ın aktardığı etik ihlallerinin bir kısmı doğru. Gerisini teyit etmek lazım, güvenmiyorum çünkü. Bire bin katıyor, çarpıtıyor, normali anormal gösteriyor, ne anlama geldiği belirsiz şeyleri üstüste yığıp kafa karıştırıyor. Ama hadi diyelim ki verdiği her örnek doğru. Bu, bilimsel çalışmaların tamamının külliyen yalan olduğu anlamına mı gelir? Hadi diyelim hepsi yalan olsun; bu, bilimsel çalışma yapmayanların zırvalarını doğru saymamızı mı gerektirir?

Bilimsel yayıncılıkta bir çok eksik, yanlış ve istismar var. Soner Yalçın bunlardan nasıl haberdar oluyor? Nature, Science gibi saygın bilimsel dergilerde bu konularda yazıldığı için. Araştırmacılar, bilimciler, hekimler bu sorunları dile getirdikleri için.

İlaç şirketleri bilimsel yayınlara müdahale etmeye çalışıyorlar, işlerine gelmeyen sonuçların yayınını engellemeye çalışıyorlar. Bunu da biliyor tıp dünyası, ses çıkarıyor, mücadele ediyor. Hekim-gazeteci Ben Goldacre “Bad Pharma” kitabında bu sorunları ayrıntıyla anlatanlardan sadece biri.

Yani, bilimsel çalışma yöntemlerinde sorunlar ortaya çıktığı zaman, bunları herkesten önce farkedip tartışmaya açanlar yine bilimciler. Sahaflarda (!) yaptığı araştırmalarla büyük resmi gören komplo teorisyenleri değil.

S. Yalçın’ın söylediğinin aksine bilimsel yayınlar ne sorgusuz kabul edilir, ne de tartışmasız doğru olarak görülürler. Bilimciler hatasız olmadıklarının farkındadırlar, o yüzden yepyeni bir sonucu hemen kabul etmezler. Bazen masum hatalar olur, bazen de karakter zayıflıklarından kaynaklanan çirkin ve bilinçli hatalar. Ama bir örgütlü davranış olarak bilim, rasyonel tartışma zemininde zamanla kendi kendini düzeltir. “En hakiki mürşit” olmasının sebebi yanlışsız olması değil, yanlışını düzeltmesidir.


Baştaki soruya geri dönelim. “Sen nereden biliyorsun?” son derece geçerli bir sorudur. Bu sorunun iki tane cevabı olabilir.

  1. İnceledim, bilimsel deneyler yaptım. Bilimsel konferanslarda tartıştım. Metodum şu, sonuçlarım şu. Alanın uzmanları çalışmamı inceledi, eleştirdiler. Eleştirilere göre düzelttim, yayınlandı. Şu kadar başka yayında atıf yapıldı.
  2. Bu konuda çalışmış olanların yaptığı araştırmalara baktım. Veya, bu araştırmaların sonuçlarını istatistiksel olarak toplayıp bir ortak sonuç çıkaran meta-analizleri inceledim. Veya, meslek kuruluşları, saygın üniversiteler, köklü bilimsel dergiler gibi kaynaklardan uzman olmayanlar için hazırlanmış açıklamaları okudum.

S. Yalçın bilimsel yayıncılıktaki usulsüzlüklerin bütün yayınlar için geçerli olduğunu zannederek birinci maddeyi geçersiz kılmaya çalışıyor. Oysa bu doğru değil; nitelikli yayınları niteliksizlerinden ayırt etmek mümkündür. İş olsun CV dolsun diye yazılmış makaleler zaten çoğunlukla bilimsel tartışmanın ana damarında yer almazlar. Eskaza karıştıklarında da bir süre sonra ortaya çıkarlar. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar sözü en çok bilimsel araştırmalarda doğrudur.

Ama en kötüsü, S. Yalçın’ın seçici şüpheciliği. Mesela “nereden biliyorsun?” sorusunu Canan Karatay’a değil, onu sorgulayanlara yöneltiyor. “Başkasının araştırmalarına inanıyorum” diyenleri “biz şüphe etmeye devam edeceğiz” diye küçümserken, inandığı kişilere aynı şüphecilik kriterini uygulamıyor.

Bir insan aşırı şüpheci olabilir. Gözüyle görmediği, eliyle dokunmadığı hiç bir şeye inanmıyor olabilir. Hatta antik Pironcu skeptikler gibi hiç bir şeyin doğrusunu bilemeyeceğini düşünüp her konuda yargıdan kaçınabilir. Ama bunun tutarlı bir kriteri olmalıdır. Bir yandan her türlü bilimsel çalışmayı “belki sahtekarlık yapılmıştır” diye reddederken, öbür yandan “homeopati çok iyi bir şeydir ama Rockefeller engelledi” gibi bir masalı sorgusuzca kabul eden birisi kendine şüpheci diyemez. Aksi yöndeki yığınla delile rağmen önyargılara sıkı sıkı sarılmak güdümlü düşüncedir. Karşı delilleri orantısız ölçüde titizlikle eleştirmeye şüphecilik değil inkarcılık denir.

Astrolojinin kaygan zemini

Dün gece CNNTürk kanalında “Gündem Özel” programında astrolojiyi konuştular. Astrologlar Hakan Kırkoğlu, Ata Nirun ve Ozan Güner’e karşı, rasyonel düşünceyi savunma görevi, bilim yazarı değerli arkadaşım Tevfik Uyar ve astrofizikçi Dr. Selçuk Topal‘a düştü.

İki akılcıya karşı üç astrologun konuşması, üstelik ilk ve son konuşma sırasının astrologlara verilmesi nedeniyle bilimsel cevaplara çok vakit kalmadı. Hem Tevfik’in hem de Selçuk hocanın vakit darlığı yüzünden etraflı açıklama yapmalarının mümkün olmadığı görülüyordu. Belki bu, bir önceki haftadaki “hurafeler” konulu tartışmada astrologlara haksızlık yapıldığı algısıyla ilgili olabilir. Ne sebeple olursa olsun, astrologlar programda orantısız bir süre kullandılar.

Ama bunun en azından bir faydası olduğunu söyleyebilirim: Astrologların sürekli minder dışına kaçmaya çalışmaları, hedef saptırma, yanlış bağlantı, ad hominem gibi safsatalara düşkünlükleri ve yaptıkları işi tanımlama konusundaki tutarsızlıklarını etraflıca görme şansımız oldu. Karşılıklı tartışma konusunda kendini geliştirmek isteyen her bilimsel şüphecinin seyretmesini tavsiye ederim.

Tevfik “Astrolojinin Bilimle İmtihanı“nı yazdığından beri astrologlar onunla sık sık tartışmaya girer. Bu tartışmalarda gördüğüm bir acaiplik, onunla tartışan bütün astrologların “gerçek astroloji bu değil” demesi. Peki bu değil de ne? Pek belli değil ne olduğu. Açık eleştiri gelince, astrolojinin insanları onikiye bölmekten daha karmaşık olduğunu söylüyorlar, ama bunu söyleyenlerin bile yazdıklarına baktığınızda yaylar şöyle yapsın, kovalar böyle yapsın gibi, basbayağı onikiye bölmeye dayalı ifadeler kullanıyorlar.

Programın en can alıcı sorusu sunucu Deniz Bayramoğlu’ndan geldi: “Astrolojinin temel tezi nedir?” Bu sorunun cevabı, “gerçek astroloji”nin ne olduğu ve ne olmadığını tanımlamak için kritik önemde. Astrologların hiç birinin buna açık seçik bir cevap vermemesi, netlikten kaçınarak laf salatası içinde top çevirmeleri, en az net bir cevap kadar manidar aslında. Astrolojinin ne olduğu belirsiz bir uydurmalar yığını olduğu bu tanımsızlıktan belli zaten: Yıldızlar var, Jüpiter filan var, bir şeyler yapıyorlar, o kadar.

Sunucunun sorduğu kritik başka bir soru da, astrolojinin temel kaynak kitapları olup olmadığı idi. Sadece ortaçağda kalmış bir kitabı örnek verebildiler. Yani astrologlar kendilerini eleştirenleri “iyi araştırmamakla” suçluyorlar, ama ellerinde “astroloji budur” diye gösterecekleri bir kitap bile yok. Bu gülünç bir şey. Fizik, matematik, biyoloji, mühendislik, psikoloji, antropoloji disiplinlerinin her birinde, neredeyse herkesin temel başvuru olarak kabul ettiği eserler vardır. Mesela fizikçilere sorsalar neredeyse hepsi Feynman Fizik Dersleri’ni, Landau-Lifshitz serisini, veya bunlara denk başka bir eseri örnek verecektir. Astrolojinin Landau-Lifshitz’i hani eser? Onu geçtim, dünya çapında astrologların kendine model aldığı, “gerçek astrolog” kabul ettiği uzman kim? Astroloji nobeli olsaydı kime verirdik, ve neden?

Bütün bunların “astrolojinin temel tezi nedir?” sorusunun cevapsız bırakılmasıyla çok yakından ilgili olduğunu görmek zor olmasa gerek.

Bu bulanıklık aslında astrologların işine gelen bir şey. Bu şekilde hiç bir taahhütte bulunmak, hiç bir fikri net olarak savunmak zorunda değiller. Balık gibi kayıveriyorlar. Bazı astrologlar sağlık tavsiyesi mi veriyor? “Ben karşıyım, zaten onlar gerçek astrolog değil”. Takımyıldızlar sizin söylediğiniz tarihlere uymuyor mu? “Onlar sadece sembolik, maddi değil.” İddialarınız tutmuyor mu? “Bu bir bilim değil, sanat.”

Bu son nokta önemli. Programa çıkan astrologların üçü de astrolojinin bir bilim olmadığını açıkça kabul ettiler. Sanattır dediler, yaratıcılıktır dediler, sembolizm dediler. Ancak hiç bir yaratıcı sanatın dünyadaki olayları tahmin etme iddiası yok. Kübist ressamlar önümüzdeki ay mali sıkıntıda olacağınızı iddia etmezler. Sembolist şairler kralların ölümüne dair ciddi kehanetlerde bulunmazlar. Astrologların bu ifadeleri açıkça minder dışına kaçma, hesap vermekten kaçınma arzusunun işaretidir

Minder dışına kaçmakla kastım “Astroloji bilimsel değil mi diyorsunuz? Tamam, bilim değil” diyerek işin içinden sıyrılıvermek. Oysa, bu savunma astrologları fikri sorumluluktan kurtarmaz. Dünyadaki olayları açıkladığını ve gelecekte olacakları tahmin ettiğini iddia eden bir etkinlikten bahsediyoruz. “Astroloji bilim değildir” demek, söylediklerini ispat yükümlülüğünü ortadan kaldırmıyor. (Tevfik bu noktaya dikkat çekti, ama ne yazık ki yeterince açıklayabilecek kadar zamanı yoktu.)

Takımyıldızların aslana, balığa, koça benzetilmesinin nesnel bir tarafının olmadığı artık bariz. Dahası, astrologlar gök cisimlerinin dünyaya ve insanlara ne yoldan etki yaptığını da açıklamaktan aciz. Astrologların burçları tevil etmek için kullandıkları savunmalardan biri, bunların fiziksel değil “sembolik” veya “arşetipal” etkiler yaptığı. Yani, biz aslanı cesurluk ve liderliğin arşetipi olarak gördüğümüz için, o böyle bir etki yapıyormuş.

Arşetip ve sembol savunmasının tutar tarafı yok. Astrologlar “aslan burcusun” demese, aslan burcu olduğumuzu nereden bileceğiz? Kim kafasını kaldırıp Uranüs’ün “terazi evi”nde olduğuna bakıyor da bu arşetipten etkileniyor? (Uranüs’ün gözle görülemediğini de hesaba katın.) Üstelik her toplumun sembolizmi aynı değil. Aynı sembolizmi paylaşmayan Uzakdoğu veya Pasifik toplumlarında işlemiyor o zaman. Dahası, sembolizmin işlemesi için, o sembolizmi benimsemiş bir bilinç gerekli. Elektronik cihazların arızalanmasını öngörenler, o cihazların hangi sembolizmi algıladığını düşünüyor acaba?

Aslında bunların hepsi havanda su dövmek. Astroloji sanat mıdır, sembol müdür, bilim midir diye tartışmak yerine basitçe verilere bakarak karar vermek yeter. Veriler de astrolojinin öngörülerinin tutmadığını açık seçik gösteriyor zaten. Çürütülen iddialara “gerçek astroloji bu değil” diye karşılık verenler, gerçek olduğunu düşündükleri astroloji yöntemiyle, test edilebilir iddialar öne sürmekten kaçınmasa, o zaman astrolojinin doğru olduğunu görme şansımız olur. Ama heyhat! “Mali sıkıntılara karşı tedbir alın”, “ülkemiz komşularla diplomatik sorun yaşayabilir” gibi sade suya tirit, ne doğru ne yanlış ifadelerin arkasına saklanmak daha emniyetli geliyor astrologlara.

Astrolojiye, astronomi bağlantısını kullanarak payanda sağlamaya çalışmak yaygındır. “Astroloji olmasa astronomi olmazdı”, “o büyük gözlemevleri astroloji için yapıldı”, “meşhur astronomlar da astroloji yapmıştı” diyerek astronominin güvenilirliğinden astrolojiye pay çıkarmaya çalışıyorlar. Mesele şurada ki, astronomi bir gözlem bilimidir, astroloji ise yıldızlardan hikaye yazmaktır. Eski kralların ve papazların bu hikayeleri duymak istemeleri gözlemevlerinin kurulmasını kolaylaştırmış olabilir elbette, ama tek sebep bu değildi. Mevsimsel döngüleri takip edebilmek, takvimi hatasız oluşturmak, dini ayinlerin gün ve saatlerini belirlemek gibi amaçlar daha da önemliydi.

Kaldı ki astronominin kökünde bazı batıl inançlar olması, o batıl inançları doğrulamaz. Ortaçağda ölümsüzlük iksirini ve felsefe taşını elde etmek isteyen simyacılar, yaptıkları sayısız deneyde çeşitli maddeler arasındaki tepkimelerin ayrıntılarını keşfettiler. Modern kimya, kurşunu altına çevirme çabasının yan ürünü olarak serpildi. Ama bu gerçek, simyaya herhangi bir geçerlilik kazandırmıyor.

Astrologlar duygusal saldırılara başvurmaktan da çekinmiyorlar. Astronomi camiasının kendilerinden nefret ettiğini, faşizan şekilde susturmaya çalıştıklarını iddia etmeye bayılıyorlar. “Postmodernist bir anlayışla” diyor Kırkoğlu, “çok sesliği kucaklamak gerek. Kimse gerçek bilginin sahibi olduğunu söyleyemez.”

Süpermen postmodernistlere karşı.

Güzel bir şekilde, postmodernizm karikatürü haline getiriyor kendini Kırkoğlu. Herhalde aklında Feyerabend ve benzerlerinin, bilimsel bilginin bir üstünlüğü olmadığını, bir şamanın bilgisinin bir modern doktorun bilgisiyle aynı değerde olduğunu savundukları rölativist bilgi felsefesi var.

Bu tamamen yanlış bir düşünce. Hipotezlerin deney ve gözlem ile test edilmesi ile, “hastalıkların sebebi cinlerdir, dans edeyim de çıksınlar” demek bir değildir. Bilimsel yöntem, Tevfik’in de güzel ifade ettiği gibi, doğruyu bulmak için kullanılan standartların adıdır. “Bunun doğru olduğunu nereden biliyorsun?” sorusuna cevap verme yöntemidir. Bilimciler bu yöntemi diğer meslek gruplarından daha titizlikle uyguladıkları için adı “bilimsel yöntem” olmuştur, ama bilimciler için ayrı, çiftçiler için ayrı, astrologlar için ayrı bir bilgi edinme yöntemi yoktur. “Benim içime böyle doğdu, ispatlayamam, ama inanıyorum” diyen kendini kandırıyordur. Kendini istediği kadar kandırsın, zararı ona. Ama başkalarını da kandırmaya kalkarsa, akılcı insanların görevi onu frenlemektir. O zaman “benden nefret ediyorlar” diye ağlama hakkı olmaz.

Zaten “astroloji bilim değildir, sanattır, sembolizmdir” deyip, sonra “bizimki de bilgidir, bilginin tek sahibi siz değilsiniz” demek ayrı bir tutarsızlık. Sanatsa, bilgi olduğu iddia edilemez. Bilgiyse, teste tabi tutulmuş olması gerekir.

Ata Nirun’un bilimsel açıklamalara cevabı yine, kaygan bir pehlivan misali minder dışına kaçmaktan ibaret kaldı. Bilimsel açıklamaların “soğuk” olduğunu, birkaç kişiyi belki ikna edeceğini ama keyif almak isteyen çoğunluğa ulaşamayacağını söyledi. Yılların tecrübesiyle hedef kitlesini çok iyi tanımış elbette. Gerçekten de insanların çoğu rahatlatıcı yalanları gerçeklere tercih ederler. Ama bu, yalanın ifşa edilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.

(Ata Nirun’un bilimcilerin yaratıcı düşünceden uzak olduklarını iddia etmesi de epeyce gülünçtü ve bilimsel konulardan ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu. Bilimsel araştırma sürecinin içinde yaratıcılığın çok büyük rolü bir yana, en azından Richard Dawkins veya Carl Sagan okusaydı bilimsel konuların ne kadar şairane ve büyüleyici olabileceğini bilirdi.)

Astrolog argümanlarını baştan sona toparlayalım: Astroloji bilim değil, ama bilimsel yöntemin çürüttüğü iddialar “gerçek astroloji” değil. Astroloji bolca yorum, yaratıcı düşünce, sembolizmden oluşur. İşleyişine dair bilinen bir mekanizma yoktur. Doğru söyleyip söylemediği test edilmemiştir. Bu eleştirilere verilen tek cevap “bilim soğuk, astroloji sıcak”tır. Ortak bir standardı yoktur. Dört saatlik sohbette astrolojinin doğruluğuna dair elle tutulur bir kanıttan bahsedilmemiştir (Kırkoğlu’nun zikrettiği iki üç yayın hariç — onların da metodolojisini incelemek gerekir.)

Bunları alt alta koyduğumuzda şunu görüyoruz: Astroloji çoğunlukla uydurmalara dayalı bir iştir. Objektif gerçekle ilgilenmez, kendi gerçeğini yaratma iddiasındadır. Kendini savunmak için otoriteye atıf, eskiliğe atıf, hedef kaydırma, anlam kaydırma gibi safsatalardan başka çaresi yoktur.

Dört saatlik program sırasında bazen sabrım zorlansa da, sonunda bunu öğrenmiş olmak programı seyretmeye değdi. Herkese tavsiye ederim.

“Astrolojinin Bilimle İmtihanı”

Açık Bilim ve Yalansavar‘dan kalem arkadaşım Tevfik Uyar‘ın “Astrolojinin Bilimle İmtihanı” kitabı birkaç ay önce piyasa çıktı. Yaz başından beri bir araştırma bursuyla yurtdışında olduğum için kitabı alamadım, ama Tevfik kitabın bir nüshasını, hem de imzalı olarak bana postalama nezaketini gösterdi. Elime geçer geçmez büyük bir zevkle okuyup bitirdim.

20150918_174254Tevfik’in yazılarını okuyorsanız kalem ustalığına zaten aşinasınızdır. “İmtihan“da ise ustalığını daha da ileri taşımış. İkiyüz sayfalık bir kitabı, akıcı bir düzenleme ve renkli bir üslupla bir çırpıda okumanızı sağlıyor, astronomiden psikolojiye kadar geniş bir yelpazedeki kavramları özünü feda etmeden basitleştirmeyi başarıyor.

Kitabın yayınlanmasının ardından Tevfik medyada epey yer aldı. Kitap incelemeleri yazıldı, yazarla gazete ve TV röportajları yapıldı. Bunların tam bir listesi “İmtihan“ın Facebook sayfasında mevcut. Görülen ilgi sayesinde kısa zaman sonra da kitabın ikinci baskısı yapıldı.

Tevfik ve “İmtihan” bu ilgiyi hakediyorlar elbette. Hem mutlu oldum, hem de bilimsel konulara fazla ilgi gösterilmeyen ülkemizde pek çok güzel kitabın sessizce yayınlanıp aynı sessizlikte raflardan kalktığını bildiğim için şaşırdım. Anlaşılıyor ki Tevfik doğru zamanda doğru işe girişmiş. Belki de artık toplumumuzda eleştirel bakışa hazır, sapla samanı ayırt etmelerine yardımcı olacak kaynaklara ulaşmak isteyen bir kritik kütle oluşmuştur.


Astrolojinin Bilimle İmtihanı” üç bölümden oluşuyor. Kitap ilk bölümde astrolojinin tarihte ortaya çıkışını, yokolmaya yüz tutuşunu, sonra ticari amaçlarla tekrar canlandırılışını anlatıyor. İkinci bölümde daha fazla ayrıntıya giriyor, astrolojinin iddialarını tek tek ele alıp tutarsızlıklarını ve hatalarını gösteriyor. Üçüncü bölümde ise psikoloji araştırmalarından yararlanarak astroloji ve benzeri sahte bilimlere neden bu kadar kolaylıkla inanıldığını inceliyor.

Yıl içinde Dünya Güneş çevresinde dolanırken arka plandaki yıldızlar sabit kalırlar, ve Dünya’dan bakınca Güneş yıl içinde değişik bölgeleri gezer gibi görünür. Eski Mısır ve Sümer zamanından, belki daha da eskiden beri, insanlar Güneş’in ve Ay’ın hareketlerini takip etmişler, nereden doğup nereden battıklarını dikkatle kaydetmişler. Veriye dayanan astronomi bilimi de, hayale dayanan astroloji safsatası da bu gözlemlerden doğmuş. İnsan muhayyilesi, tanrısal bir varlık saydığı Güneş’in, daha küçük tanrısal varlık saydığı yıldız gruplarındaki gezinmesiyle mevsimsel değişiklikleri ilişkilendirmiş. Ara sıra gelen kıtlık, savaş, ölüm gibi beklenmedik olaylar da, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan “gezegen”lerle bağdaştırılmış. Meselâ MÖ 2. binyıldan kalan şu Babil tableti gibi:

“Ab ayında Venüs yükselirse, yağmurlar olacak, kıtlık ve yıkım olacaktır.
Ab ayında Venüs’ün beyaz bir alevi olursa, ülkede kıtlık olacak ya da kral çok güçlü olacaktır.
Ab ayında Venüs ufka doğru karalarak alçalırsa ya da sönük kalırsa, o ay Elam ve ordusu mahvolacaktır.
Ab ayında Venüs yükselir ve bir yıldız kayarsa, kıtlık olacak ya da kral güçlü hale gelecektir.
Ab ayında Venüs görünmezse, kral güçlü olacak ve ülke mutlu olacaktır.”

Bu kehanetler dikkatli gözlemlerden çıkmış değil tabii, bildiğiniz sallama. Günün birinde birisi Ab ayında (hangi aysa artık) Venüs’ün ufkun epey üstünde olduğunu görmüş, sonra tamamen farklı bir meteorolojik sebepten çok yağmur yağıp ekini mahvetmiş, ondan sonra “demek ki Venüs yükselirse yağmur, kıtlık, felaket!” diye genellemiş. Aynı “yersiz genelleme” yanılgısı hâlâ her gün karşımıza çıkmıyor mu? Meselâ 1999 depreminden birkaç gün öncesine bir güneş tutulması denk geldi; o gün bugündür güneş tutulması zamanlarında yersiz deprem yaygaraları koparılıyor. Bunun gerçekle alâkası yok tabii; tek veri noktasıyla böyle bir sonuca varılamaz. Nitekim uzun dönemli verilere bakıldığında depremle güneş tutulması arasında bir ilişki olmadığı görülüyor. Ama insan zihni olgular arasında bağlantı kurmakta o kadar iyi ki, olmayan bağlantıları bile hayal etmekten kendini alamıyor. Üstelik, yanlışı gösterildiği zaman bile bu hayalinden vazgeçmiyor.

Bilişsel yanlılık (cognitive bias) dediğimiz bu düşünme hataları, astroloji ve benzeri sahte bilimlerin “akla yakın” gelmesinin ve kolaylıkla yayılmasının en önemli sebebi. Bu yanılgılar bir değil, iki değil, pek çok. Yani, o çok övündüğümüz zihnimiz aslında hatalı, bozuk, güvenilmez bir makine. Bu hatalardan kaçınmanın tek yolu, varsayımlarımızın hangi somut delillere dayandığını sorgulamak ve sağlam mantık kuralları ile düşünmeye kendimizi zorlamak.

Düşünme hataları kitabın en önemli temalarından biri. Tevfik astrolojinin yanlışlığını göstermekle, yani sineği öldürmekle kalmıyor, bataklığı kurutmak için ne yapmamız gerektiğini de anlatıyor. Sahte bilimler, hurafeler, şarlatanlıklar ve aldatmacalar bilişsel yanılgılarımız sayesinde tutunabildiğine göre, bu yanılgıların ne olduğunu anlamak ve kendimizi bilerek önlem alabilmek çok önemli. Bir evrimsel kalıntı olan yanılgılar istisnasız hepimizin zihnini kirletiyor, ama dikkatli düşünmeye gayret edenler bunların etkisini azaltabiliyor.

Her türlü işte başarılı olmak için bir öğrenme sürecinden geçmenin şart olduğunda hemfikirizdir. Okumayı, yazmayı, resim yapmayı, hatta yürümeyi bile öğrenmemiz gerektiğini, bunun için çaba harcamanın lüzumlu olduğunu biliriz. Ama nedense düşünmenin kendisini öğrenmek ihtiyacı hissetmiyor, aklımıza gelen ilk şeyi doğru kabul ediyor ve sonra bu kabulümüzü cansiparane savunuyoruz. Oysa psikolojik araştırmalar, edindiğimiz kanaatlerin ne kadar rastgele olduğunu bize gösteriyor: Birkaç saniye önce görüp duyduklarımız, yorgun veya dinç oluşumuz, aç veya tok oluşumuz, kanaatlerimizi belirlemekte ağırlıklı rol oynuyor. Rasyonelliğimiz ise kısık sesli utangaç bir çocuk gibi, hemen köşesine çekilip susuveriyor.

Tevfik bütün bu maluliyetlerimizi, bilimsel çalışmalara dayanarak ortaya seriyor ve astroloji örneği üzerinden aklımızı nasıl kösteklediklerini anlatıyor. Düşünmeyi öğrenmek, tepkiyle acele yargılara varmaktan kaçınmak, ve utangaç rasyonelliğimize söz hakkı verebilmek için böyle kitapların artmasına ihtiyacımız var. “İmtihan” Türkçe eleştirel düşünce literatürünü zenginleştiren bir eser olmuş. Benzerlerinin artmasını iple çekiyorum.

Güneş tutulması depremi tetikler mi?

17 Mart’ta iki uzak gezegen bizim buradan aynı hizada görünecek diye, astrologların söylemediği felaket kalmamıştı. Geldi geçti, birşey yok. Dünkü Güneş tutulmasının depremleri tetikleyeceğini de söylüyorlar. Deprem olur mu bilmem, olabilir de, ama bu tutulma sebebiyle olmayacak, çünkü ikisinin ilişkisi yok. Yalansavar’a yazdım:

Yalansavar

ISS'den 2006 tutulması 29 Mart 2006 tutulmasında Akdeniz bölgesine düşen Ay gölgesi. (NASA/ISS)

Yaklaşık onaltı yıl önce, 11 Ağustos 1999’da bir tam Güneş tutulması görme keyfi yaşadık. Türkiye’nin kuzeybatısından güneydoğusuna doğru geçen bir hat üzerinde güneşin ay tarafından tamamen örtülmesini seyretmiştik. Ancak bu keyif uzun sürmedi, sadece altı gün sonra 17 Ağustos depremi felaketini yaşadık.

O günden bu yana akıllarda ikisi arasında bir bağlantı kuruldu. Güneş ve Ay’ın hizalanması sonucu birleşen çekim güçlerinin gelgit etkisini artırarak fay hatlarını yerinden oynatabileceği gibi yarıbilimsel bir “açıklama” da bulundu. 2004’de Sumatra’da, 2005’de de Pakistan’da güneş tutulmasına yakın zamanda gerçekleşen depremler bu söylentiyi pekiştirdi. 29 Mart 2006’da Türkiye’de gözlenebilen tam tutulma zamanında da pek çok kez deprem kehaneti yapıldı.

20 Mart’ta gerçekleşen Güneş tutulmasının arifesinde, gazetelerimiz astrologların temelsiz spekülasyonlarına sayfalarını ardına kadar açtı. Bu günlerde bir özel durum daha var: 17 Mart’ta, gerçek astronomlar keşfetmese astrologların varlıklarından bile habersiz olacağı iki gök cismi, Uranüs ve Plüton, gökte…

View original post 666 kelime daha

Güneş başaşağı dönüyor, kaçın!

Gazetelerdeki pespaye bilim haberlerine alıştık, ama geçen hafta öyle bir haber çıktı ki şapkamı uçurdu. Bilim-Bilmiyim‘e rakip olma niyetim yok ama Aysu’nun her saçmalığa yetişmesi mümkün değil nasılsa, bu da benden bir yorum olsun.

HaberTürk’te yayınlanan Esra Serim imzalı haberin başlığı “NASA’nın açıklaması ortalığı karıştırdı! Felaket senaryosu!” Radikal ise haberi kopyalarken daha mutedil bir başlık tercih etmiş: “Güneş bir kaç hafta içinde ters mi dönecek? NASA, Güneş’in ters kutuplaşma nedeniyle birkaç hafta içinde ters döneceğini duyurması astronomlar ve astrologlar arasında tartışma yarattı.

Haberin hazırlanmasındaki derin bilgisizlik ve idraksizlik, daha ilk paragrafta kendini belli ediyor. “NASA, Güneş‘in manyetik alanındaki ters kutuplaşma nedeniyle birkaç hafta içinde baş aşağı döneceğini duyurdu. Bu olayın güneş sistemi boyunca dalgalanma etkileri yaratacağı belirtildi. Kulağa bir doğal felaket gibi gelen bu senaryo nedeniyle birçok kişi paniğe kapıldı. Uzmanlarsa konuya farklı bakış açılarıyla yaklaştı. İki farklı görüşü dillendiren uzmanlar NASA‘nın “Güneş baş aşağı dönecek” açıklamasını yorumladı…

İlk cümle Güneş’in başaşağı döneceğini söylüyor, böyle birşey fiziken sadece kozmik bir felaket ile, mesela Güneşe başka bir yıldızın çarpması ile mümkün, o da belki. Aslında olan şey Güneş’in manyetik kutuplarının yer değiştirmesi. Yazan ya olayı anlamamış, ya da Türkçesi o kadar bozuk ki adam gibi ifade edememiş.

NASA’nın bu konudaki duyurusunu gören birisi, bunun bir doğal felaket filan olmadığını da aynı duyuruda okumuş olmalı. Uzman görüşü de o duyuruda verilmiş zaten.

“Paniğe kapılan birçok kişi” kim, neredeler, panikle ne yapmışlar, bilgi yok.

Haberin asıl bombası “uzman” olarak görüşü alınanlar. Onlara birazdan geleceğim, ama önce olan biten nedir anlayalım:

Güneş kocaman bir gaz topu olarak bilinir, ama aslında bir plazma topudur. Aşırı sıcaklık sebebiyle atomlar elektronlarını kaybeder ve elektronlarla protonların ayrı ayrı bulunduğu, plazma adı verilen bir akışkan oluştururlar. Elektrik yüklü bu serbest parçacıklar içlerinde bulundukları manyetik alanlarla beraber hareket ederler; bir yandan da manyetik alan plazma akışına uyarak değişir ve dönüşür. Güneşin bu dinamik davranışı, manyetik alanın zamanla değişmesine sebep olur.

Güneş değişken bir yıldızdır; ışıması ve manyetik özellikleri çeşitli periyotlarda değişir. Bunlardan en baskın olanı 11 yıllık Güneş döngüsüdür. 19. yüzyılda keşfedilen bu döngü, daha önceki yüz yıllık Güneş lekeleri gözlemine dayanıyordu: Bazı yıllarda Güneşin yüzeyi bembeyaz görünürken, bazı yıllarda çeşitli boylarda serpiştirilmiş siyah lekeler ortaya çıkmaya başlıyordu. Bu lekeler sabit kalmıyor, birkaç haftada kayboluyor, beşka yerlerde yenileri çıkıyordu. Lekelerin onbir yıllık düzenli aralıklarla artıp azaldığı keşfedildi.

Yakın zamandaki gözlemler, bu lekelerin manyetik alanlarla yakından ilgili olduğunu gösterdi. Manyetik alan çizgileri lekelerin olduğu konumdan Güneş yüzeyine dik olarak çıkıyor, yakınındaki bir lekeden de içeri doğru giriyor. Bu manyetik alan “tüpü”, içindeki plazmayı dışarıdaki ortamdan biraz da olsa yalıtıyor; içerisi çevreye göre daha az sıcak olduğundan koyu renkli bir leke olarak görülüyor.

Yukarıdaki karmaşıklıktan, aktif dönemde Güneşin manyetik alanının nasıl bir arapsaçı olduğunu görüyorsunuz. Güneşin kendi etrafında dönüşü ve sıcak plazmanın konveksiyonu manyetik alanı “dinamo etkisi” denen mekanizmayla kuvvetlendiriyor. Manyetik alanın yönlendirdiği plazma akışı, manyetik alanın kendisinin de değişmesine sebep oluyor.

Güneşin manyetik alanının yön değiştirmesi de bu onbir yıllık döngünün bir parçası. Güneş lekelerinin azami seviyeye çıktığı dönemde Güneşin manyetik kuzey kutbu güneye, güney kutbu da kuzeye dönüyor. Yanlışlık olmasın; Güneşin dönme ekseninde hiç bir değişiklik olmuyor. Güneş yine bizim bakış açımızla batıdan doğuya dönmeye devam ediyor. Değişen sadece manyetik kutuplar.

Yani, yeni bir şey yok. Aynısı 2001, 1989, 1979, vs. yıllarında da olmuştu, farkına bile varmadık, 2023-2025 arasında yine olacak. Her kimin kulağına “doğal felaket” gibi geldiyse, kulağını muayene ettirsin.

Bir dinamik sistem olarak bakarsak, aktif (bol lekeli) dönemin, iki manyetik durum arasındaki “fırtınalı” geçiş süreci olduğunu düşünebiliriz. Bir kere geçiş tamamlanınca, birkaç sakin yıl boyunca istikrarsızlık birikiyor ve lekeler yine başlıyor.

Güneşin, ışık vermenin ötesinde, Dünyaya etki yaptığı biliniyor. Meselâ güneş patlamaları ile saçılan plazma, X-ışını fışkırmaları, ve saire. Manyetik alanın ters dönmesinin Dünyaya etkisi olmaz mı? Hayır, çünkü güneş patlamaları tersinmeden önce de oluyordu, sonrasında da bir süre devam edecek.

Peki manyetik alandaki değişim? Birincisi, doğada bulunmayan çok şiddetli manyetik alanlar bile hayatımızı etkilemez. İkincisi, Güneşin manyetik alanı plazma akışı ile beraber gelir, o da Dünyanın alanı tarafından yanlara yönlendirilir, bize ulaşmaz.

Ayağımızı yere sağlamca bastığımıza göre, habere dönelim.

Yazının giriş kısmı bir şeye benzemiyordu ama uzman diye konuşturulanların söyledikleri bin beter. Üçü yıldız falcısı olmak üzere dört sahtebilimciye başvurulmuş. Bunların yanısıra sadece iki akademisyenden görüş alınmış, onlar da haliyle önemli bir durum olmadığını söylemişler. Buna rağmen muhabir, utanmadan, “uzmanlar” arasında farklı görüşler bulunduğunu yazmış.

Uzay konusunda bilim haberi yaparken falcılardan görüş alabilen, dahası onların görüşünün bilimcilere denk olduğunu düşünen cahiller gazetelerde muhabirlik yapıyor.

Bunlardan birisi “uzman astrolog”muş, düzünden ne farkı var bilmem. Belki “diğerleri astrolog ama ben has astrologum” diyordur; has-trolog diye kısaltabiliriz. Yorumu: “Güneşteki dalgalanmaların insanlar üzerinde çok etkili olduğu artık kanıtlanmış bir durum. Bu olay her 11 yılda bir oluyor. Güneş’in baş aşağı dönecek olması insanları etkileyebilir. İnsanların önümüzdeki haftalarda çok dikkatli olması gerekiyor. Bu durum nedeniyle doğa felaketlerinin artacağını düşünüyorum.

Güneş dalgalanmalarının insanlar üzerinde etkisi yok, palavra (aşırı durumlarda uyduları bozup, kuzeye yakın bölgelerdeki elektrik şebekelerinde etkili olabiliyorlar, hepsi o). Falcı “güneşin başaşağı dönecek olması” dediğine göre olayı anlamamış (muhabir doğru aktarmamış da olabilir elbet), ama “etkileyebilir” diyerek işi sağlama bağlamış. Hiç bir şey olmazsa “e ben etkileyebilir demiştim sadece” der çıkar işin içinden.

Doğa felaketlerinin artacağını söylemek epey cesurca. Yer ve zaman bildirmeyi geçtim, bari ne gibi felaketler olacağını söyleseydi.

Sonraki iki falcı, uzman falcının eksikliğini gideriyorlar, o yüzden onlara da has-trolog ünvanını yakıştırsak yeridir. Biri diyor ki: “Bu olayın; aşırı iklim ve sıcaklık değişimleri, kuraklık ve sel baskınları, depremler ve volkan aktiviteleri, tsunamiler gibi doğal afetlerle, anormal hava koşullarıyla ilişkili olduğu, insan sağlığını etkilediği ve hatta kazaların artışıyla ilişkili olduğu yönünde çalışmalar var. Böylesi dönemlerde insan ilişkilerinde huzursuzluklar, psikolojik bozukluklar ve sağlık sorunlarında artış yaşanıyor.”

Hey yavrum hey, kısaca kıyamet kopuyor desene, hem de onbir yılda bir.

Sonuncu falcı iyice fantaziye bağlamış (dil bozuklukları haberin orijinal metninden): “Salgın hastalıklar da artış, Hindistan ve Asya başta olmak üzere tüm dünyada yaşanacak. Şiddetli yağmurlar, tsunamiler, iklim değişiklileri ve Mayaların kehanetini doğrulayan güneş patlamalarının jeomanyetik yansımaları, uydularla iletişim sistemleri üzerinde ciddi problemler yaşamımıza neden olabilir. Pekçok ülkede siber saldırılar, nükleer silahların yaratacağı travmatik olaylar, güç ve iktidar hırsının acı sonuçları yine bu dönemin sancılı etkileri arasında

Uydur uydur söyle. Hem de iklim değişiklikleri! İklimin yıldan yıla değişen bir şey olduğunu sanıyorlar herhalde. Dedikleri şeyler her yıl zaten oluyor. 2001, 1989, 1979 ve önceki ters dönmelerde bu felaketlerin daha sık olduğunu gösterseler daha inandırıcı olurdu.

Parantez içinde ekleyeyim: Güneşin değişkenliği ile Dünya’nın iklimi arasında bir bağ olduğu düşünülüyor, ama varsa bile çok uzun vadeli bir ilişki bu. Onbir yıllık bir iklim döngüsü mevcut değil.

Adında “uzay bilimleri” geçiyor diye gidip bir UFOcuya da sormaktan geri kalmamışlar. Umarım bu, bilim haberlerinin en berbat örneklerinden biri olarak tarihe geçer.

Hiç bir şeye yanmam, muhtemelen ben bu yazıyı yazmak için haberi yazandan on kat fazla zaman harcamışımdır ya, ona yanarım.

Habertürk şaşırtmadı da, “entelektüel”lerin gazetesi Radikal bu haberi olduğu gibi basmış ya, anladım ki bu ülkenin basını adam olmaz.

İn misin cin misin?

Hani evlerinde dört ay içinde üç yüz kere yangın çıkan bir aile vardı, hatırladınız mı? Hani vali “fizik ötesi bir olay“, müftü “cinler yapmıştır” demişti.

Yeni habere göre vali, Siirt Üniversitesi’ni bunu araştırmakla görevlendirmiş (valilerin böyle bir yetkisi olduğunu bilmiyordum). “2 sosyolog, 1 ilahiyatçı, 1 fizikçi ve enerji üzerine çalışan 6 mühendis olmak üzere 6 bilimadımından oluşan ekip” kurulmuş, ve bir rapor hazırlanmış.

(Metin aynen böyle. Vatan, Milliyet, T24, ve kimbilir daha niceleri, hatalı cümleyi aynen kopyalamışlar. “Bilimadımı” ne, 2+1+1+6 nasıl 6 oluyor, kimbilir.)

Ekip ilginç, insan hikayenin “bir bara girmişler” diye devam etmesini bekliyor neredeyse. Sağduyu sahibi herkes ilahiyatçının bilimsel bir araştırmada ne işi olduğunu sorgular. Adli bilimler, özellikle yangın araştırması uzmanı olan biri muhtemelen daha faydalı olurdu, ama artık ilahiyatçılar hayatımızın bir parçası. Parçacık fiziği, biyoloji, tıp, astroloji, UFO’lar, Maya laneti,… neyi konuşursanız konuşun, yanınızda bir ilahiyatçı bulunması şart gibi görünüyor.

Ekip evin her yerine kameralar yerleştirmiş, ayrıca dışarıdan ısı değişikliklerini algılayacak özel cihazlar kurmuş. Bir aylık gözlemin sonunda ortaya hiç bir şey çıkmamış. Daha önce günde birkaç kere yangın çıkarken, kameralar yerleşince neredeyse tamamen kesilmiş. Sadece, kameraların kör noktasında kalan köşelerde üç kere yangın çıkmış.

Araştırma ekibinin yazdığı rapora göre yangınlar hep ev halkı uyanıkken çıkıyor. Evde kimse yokken yangın çıkmıyor. Sadece, dışarıda değil evde kullanılan giyim eşyaları tutuşuyor. Yangınlar hep küçük kalıyor, kimse bedenen zarar görmüyor.

Yangınların çıkış tarihi ve zaman konusunda aile fertleri çelişkili beyanlarda bulunmaktadır. Aile reisi tarafından çıkan yangınlarda aile fertlerinden birinin veya bir kaçının (özellikle çocukların) ceplerinden çakmak çıktığı ve bu çakmakların dışarıdan geldiği iddia edilmiştir.

İncelenen kamera kayıtlarına göre; 25 Aralık 2012 tarihinde saat 17.22’de çıkan yangında 1-2 dakika önce aile fertlerinden birinin, yangının çıktığı muhite girip bir buçuk dakika bekledikten sonra çıktığı ve daha sonra da diğer aile fertlerinin bulunduğu odaya girildiği görülmüştür.

Söz konusu kişinin o mahalden ayrılmasının yarım dakika sonrasında ise o bölgede alevlerin tutuşup geliştiği ve bu sırada aynı şahsın, daha önce girdiği odadan çıkıp, direk olarak yangının çıktığı muhite girdiği ve o noktada yangının çıktığını aile fertlerine haber verip beraberce yangını kontrol altına aldıkları gözlenmiştir.

Radikal, Akşam, ve Sabah gazeteleri raporun içeriğini nispeten daha ayrıntılı vermiş, ama raporun orijinal metnini internette bulamadım. Sonuçta, ailenin psikolojik desteğe ihtiyaç duyduğu vurgulanıyor. Cin-peri olayları içinse şöyle bir yorum var:

… yangınların çıkışında, iddia edildiği gibi metafizik unsurların etkili olma ihtimalinin zayıf olduğu kanaatine varılmıştır.

Sanki Lord Russell’ın kaleminden çıkmış gibi, Kuzey Avrupa soğukkanlılığıyla (hatta mizahıyla) yazılmış rasyonel bir cümle. Bazıları bu cümlenin yumuşaklığına kızsa da, benim çok hoşuma gitti. İşe “fizik ötesi”, “kesin cinlerdir” gibi varsayımlarla başlandığını düşünürsek, ciddi bir ilerleme sayılabilir.

sultan-sehrazat
“Ne inim ne cinim, senin gibi bir âdemim.”

Haklarını vermek lâzım, bazı ilahiyatçılar gayet makul yorumlar yaptılar. Meselâ (raporun yayınlanmasından önce) Dokuz Eylül Üni. İlahiyat Fakültesi dekanı Ömer Dumlu, “Cinlerin maddi olarak dünyada herhangi bir tahribatına dair en küçük bir bilgi dahi yok.” diye konuşmuş.

Yangınlar Show Tv’de bir programda yer almış. Küçük alevli basit ateş görüntülerinin ürpertici müzik ve baş döndüren ucuz efektlerle sürekli tekrarlandığı, bayağı bir sansasyonellikle ilgi çekeceğini sanan magazinciler, ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk’e yorumunu soruyorlar. Öztürk kesin bir dille olayın “mutlaka maddi bir sebebi” olduğunu vurguluyor: Cin min nerede? Herkes bulmuş ucuzu, sıkıştı mı, cin. Bilim adamlarını dinlemek lâzım.

“Metafizik açıklamaları reddetmek önyargıdır” diyen çok açık fikirlilere duyurulur.

Ancak, bazı gazetelerin bu raporu “Kundakçıgiller“, “Tutuşangilleri yakan rapor“, “Tutuşangiller kameralara yakalandı“, gibi başlıklarla haberleştirme üslubu beni rahatsız etti. Belli ki bu insanların, şöyle veya böyle, bir derdi var. Şöhret aradıklarını düşündüren bir davranışları da yok. Belki başta bilmiyorlardı yangınları içlerinden birinin çıkardığını, sonra anladılar, ama bu arada kendilerini bir medya fırtınası içinde buldular. Aileyi böyle alaycı ifadelerle küçültmek çok çirkin.

Yangın çıkaran cinler!

İlginç bir haber çıktı dün: Siirt’te yaşayan bir ailenin evinde son dört ayda 300 kere kendiliğinden yangın çıkmış. Dört kere ev değiştirmişler, ama yangınlar dinmemiş. Kapılar, eşyalar, hatta buzdolabının içinde bile yangın çıkmış. Çocuklarının okula götürdüğü mont ve kitapları okulda yanmış. Talihsiz aile canından bezmiş.

Merak uyandırıcı, büyüleyici bir konu. Garip ve alışılmadık birşeyler olduğu kesin. Yakın zamanda Açık Bilim için Ani İnsan Yanması (Spontaneous Human Combustion) hakkında bir yazı hazırlamış olduğum için, bu olay ilgimi çekti. Yeterli bilgiye sahip olsam deneysel olarak inceleyebilmek isterdim.

Tabii olayın, haşarı bir çocuğun kibritle oynamasından ibaret olması ihtimalini de göz ardı etmemek lâzım. Ondokuzuncu yüzyılın birçok peri ve ruh “olayı” basit şakalardan ibaretti.

2004 tarihli bir haberde, Konya’da çöken bir binada arama-kurtarma çalışmaları sırasında enkazdan çıkan eşyaların kendiliğinden alev aldığı bildirilmiş. 30 Kasım 2010 tarihli bir haber Urfa’da benzer bir olaydan bahsediyor. Bir ay sonrasında benzer bir iddia Kırşehir’den gelmiş.

1980’lerde çıkan Bilinmeyen Ansiklopedisi’nde Adana’dan böyle bir olayı (çok da ürpertici şekilde, rüyalara giren ak sakallı dedelerle süsleyerek) anlattıklarını hatırlıyorum. Yani çok da nadir olmayan bir olay bu. Kimyacılar, inşaatçılar, yangın uzmanları incelese çok ilginç bir açıklama bulunabilir belki.

İncelemeye ne hacet! İnsanlar zaten suçluyu bulmuş: Cinler. Siirt valisi olaya “fizik ötesi” demiş (sanki fiziği baştan sona biliyormuş gibi). Müftü ise biraz daha ayrıntıya girmiş:

İnancımıza göre, cin diye bir varlığın olduğundan haberdarız … Bu cin dediğimiz varlıkların bir kısmının iyi varlıklar olduğunu aynı zamanda onların kötülerinin de olabileceğini öğrenmekteyiz. Etrafına fayda sağlayan olduğu gibi zarar verenin de olduğunu görmekteyiz. Bu hadiseyi gerçekleştirenler onlar mı değil mi bilemeyiz ancak bunun onlar tarafından yapılmış olabileceğini aileye aktardım.

“Bilemeyiz” demesi müftünün hanesinde artı puan, ama cinlerin varlığına dair hiç bir delil yokken (eski bir kitapta geçmelerini delil sayacaksak Grendel’e, Kiklops’a, Şiva’ya da inanmamız gerekir) bir olayın açıklaması olarak cinleri böyle kolaylıkla ortaya atıvermesi hayal kırıcı.

Doğal olayların doğal açıklamaları vardır. İki bin beş yüz yıl önce, Aydın’lı Thales bu prensibi kabul ederek, tabiatı mitolojiye başvurmadan açıklama çabasını başlatan filozof oldu. Bu yaklaşım çok da başarılı oldu. Ama ne gariptir ki, sonradan çıkan, ve hiç bir şeyi doğru bilemeyen dinlerin yüzde biri kadar bile takipçi bulamadı.

Yanma olayının sebebi nedir bilmiyorum, ama özel fiziksel ve kimyasal şartların yarattığı garip ve ilginç bir olay olduğundan eminim. Bu olaya cinlerin (veya elflerin, veya vampirlerin, veya ejderhaların) sebep olmadığını da biliyorum. Nasıl bu kadar emin olabiliyorum? Çünkü şimdiye kadar cinler-periler-tanrılar-ruhlar ile eğri büğrü açıklanmaya çalışılan ne varsa, hepsi doğal mekanizmalarla açıklandı. Buna karşılık mistik açıklamaların hiç birisi başarılı olmadı. Şimdiye kadar cinlerin varolduğunu düşündürecek hiç bir şey görülmedi. Bu olayın sebebi çözüldüğünde, cinlerden perilerden çok daha büyüleyici bir açıklaması olacağından da eminim. Ama ne yazık ki çoğu insan renksiz, bayat, üstelik yanlış bir efsaneyi, gerçeğin ilginçliğine tercih ediyor.

Kısa bir internet taraması yaptım. “Spontaneous ignition” ile arama yaptığınızda, kendi kendine çıkan yangınlardan bahseden belgeler bulabiliyorsunuz. Bu belgelerde cinler periler yerine, doğal kimya süreçlerine dayalı açıklamalar okuyabiliyorsunuz. Adamlar bu olayı bir yangın riski olarak belirlemiş, gerekli tedbirleri mevzuata koydurmuş. Sözgelişi, kurutulduktan sonra soğumadan katlanıp istiflenen çamaşırların tutuşma riskini artırdıkları için, çamaşırhanelerde poliüretan sandıklar kullanılması yasaklanmış.

Gelişmiş toplumlarla geri kalmış toplumları birbirinden ayıran çizgi çok net: Karşılaştıkları olayları doğal neden-sonuç ilişkileriyle açıklamaya çalışan, problemleri kabullenmek yerine akıl ve icatla çözme yolları arayan toplumlar gelişiyor, ilerliyor, zenginleşiyor. Buna karşılık, gündelik tecrübenin dışında kalan şeylere hemen mistik açıklamalar yakıştıran, olguların iç yüzünü incelemeyen toplumlar geri kalıyorlar, derinlikli bilgi edinmedikleri için de problemlerini çözemiyorlar.

Ek

  • Garajımdaki Ejder blogu, yangınları aileden birinin çıkarıyor olmasının en basit açıklama olduğunu yazıyor. Bence makul.
  • Çukurova Üniversitesi’nden Üner Tan, çok uzun zaman kullanıldığı için kumaşlarda biriken yağlı kirin yanmaya sebep olduğunu söylemiş. Böyle örnekler var, ama normal kullanımda biriken eser miktarda yağ buna sebep olur mu, belirsiz. Sonuçta normal seviyede temizliğini yapan bir aileden bahsediyoruz. Hadi bir iki kere olsun, aynı yerde yüzlerce kere olur mu?
    Ayrıca, böyle yanmalar hava akımı olmayan yığınlarda başlar. Askıda asılı duran bir montun böyle yanabileceğini sanmıyorum. Zaten kumaşların yanı sıra kitaplar ve kapılar da yanmış.
  • Bir de Ankara’da olmuş. Bir tek gün içinde, evin 11 yaşındaki kızının bulunduğu yerde on kere yangın çıkmış. Çocuk komşuya gitmiş, orada yangın çıkmış. Akraba evine gitmişler, orada da. Aile “yalnız bırakmıyoruz. Yalnız kaldığında mutlaka yangın çıkıyor.” demiş. Baba da eklemiş: “Kızımın cinler tarafından yönlendirildiğine inanıyoruz. Bunun başka izahını bulamıyoruz.
    Tabii tabii. Yalnız bırakılan bir çocuğun bulunduğu yerde ateş yanmasının başka hiç bir izahı olamaz elbet.
    Babası, çakmağının cebinde olup olmadığına baksa başka bir izah bulur belki.

Diyanet İşleri Başkanı’nın metafizik deprem yorumu

Felsefeci Örsan K. Öymen T24 sitesindeki yazısında, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in deprem hakkındaki şu sözlerini aktarıyor:

Deprem konusu sismologların, jeologların, jeofizikçilerin, deprem uzmanlarının, bilim adamlarının teorilerine, fay hatlarının hareketlerine indirgenemez; bunu yapmak bir zihin tembelliğidir, eşyanın hakikatına yönelik düşünce eksikliğidir, yaratıcılık eksikliğidir, fiziğin üzerine metafizik düşünce geliştirmek eksikliğidir; bu depremler bir tesadüf sonucu meydana gelmiş olamaz.

Bu açıklamayı birebir başka yerde bulamadım, ama Görmez 28 Ekim’de Van’da verdiği Cuma hutbesinde aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor:

Bu tür hadiseleri değerlendirirken içine düştüğümüz hata: Hiç kimse depremleri sadece yeryüzü katmanları arasındaki fay hatlarıyla izah etmemeli. Elbette bilimsel izahı bunlar olabilir ancak biz fizik ötesinde bir metafiziğin varlığına inanan insanlarız. Biz maddenin ötesinde mânânın ve hakikatın varlığına iman etmiş, yeryüzünde herşeyin bir hikmeti olduğuna iman etmiş müminler topluluğuyuz.

Bunu da gördük. Her türlü olgu karşısında “Allah öyle istedi” deyip işin içinden çıkanlar yaratıcı ve açık zihinli oluyor da, “yok, bunun bir açıklaması olmalı” deyip yüzlerce yıl iğneyle kuyu kazarak dünyayı inceleyen bilimciler zihin tembeli oluyor.

İman dünyasının mitolojisiyle zenginleşen bir tahayyül, müspet gerçeklerle sınırlı kalmaya fazla katlanamıyor tabii. Dünya hakkındaki en ufak bir hakikati bile keşfetmenin ne kadar büyük bir zihin çabası gerektirdiğini bilemiyor. Nereden bilsin, onun metafizik hakikat dediği şey çocukluğunda ona anlatılanlardan ibaret.

Örsan K. Öymen’in yazısı etraflı bir cevap olmuş zaten; uzatmaya lüzum yok. Yine de eklemek istediğim bir şey var.

Görmez bilimin eksik olduğunu söylemekte haklı. Bilimciler hâlâ bir depremin nerede, ne zaman ve ne şiddette olabileceğini tahmin etmekten aciz.

Muhterem din adamının madem ki fiziğin ötesinde bir hakikate erişimi var, fizikçilerin yapamadığını yapsın, depremi önceden tahmin etsin. Bunda zor birşey yok, Allah’a soracak, bize söyleyecek, hepsi bu.

Frankenştaynın dönüşü


Daha önceki bir yazımda cep telefonları korkusundan bahsetmiştim. WHO’nun Haziran başında yaptığı bir açıklamada EM dalgalarına kanser yapıcılık bakımından “sınıf atlatması” bu paranoyayı nüksettirdi. Gazeteciler yarım yamalak anladıklarıyla “cep telefonlarının kanser yaptığı ispatlandı” tipi haberler yaptılar. Yeni bir yazı yazmadım, çünkü önceki yazdıklarıma eklenecek pek birşey yoktu. Ancak geçtiğimiz hafta Milliyet yazarı Metin Münir’in bu korkuyu körükleyen iki köşe yazısını okuyunca naçiz fikrimi paylaşmak istedim.
“Frankenştaynın dönüşü” okumaya devam et