Türkler uzayda!

Farkettiniz mi bilmem, iktidar ağzında bir “uzay”, “uzay gemisi” lafı dönüp duruyor.

Birkaç ay önce ekonomi bakanı Zafer Çağlayan, “lobiciler, bankacılar, 28 Şubat, 27 Nisan olmasaydı bugün uzay gemisi yapardık” dedi.

uzay1Geçen hafta AKP “terör olmasaydı” hashtagiyle görseller yayınladı. Bunlardan birine göre “terör olmasaydı 12 adet NASA uzay üssü inşa edilebilirdi“.

uzay2Yani, uzaya gitmek için paradan başka birşeye ihtiyaç yok. Lobiler, itaatsiz Gezi’ciler, teröristler önümüzü kesmese parayı biriktirip uzaya gidecektik. Parasını bastırdın mı her türlü bilgi ve beceri kafana hüüp diye doluverir zaten, insan yetiştirmeye hiç gerek yok.

Geçen hafta Trabzon’da bir spor kompleksi açıldı. Gazetelerde manşet: “Trabzon’da uzay üssü!” Adamlar uzay üssünü sensörlü kapılar, otomatik mekanizmalar filanla bağdaştırmış, ötesi yok.

uzay4Açılışta Erdoğan yine lafı bir şekilde uzaya getirmiş: “Başörtüsüne gericilik dediler. Şimdi soruyorum sizlere, bunlar uzaya mekik gönderdiler de başörtüsünün ucuna mı takıldı? Hızlı tren yaptılar da başörtüsü bu treni raydan mı çıkardı? Marmaray inşa ettiler de başörtüsü tüneli mi tıkadı? Şimdi uzaya kendi uydularımızı gönderiyoruz, hamdolsun başörtüsü kuyruğuna takılmadı.

uzay3Bahsettiği çok iyi oldu, hatırladık: 2004’de yetersiz hazırlıkla çalıştırılan hızlı tren raydan çıkmış, 41 kişi ölmüştü. Sonunda dava, zaman aşımından düştü ve sorumlular cezasız kaldı. AKP iktidarında bu treni raydan başörtüsü çıkarmadığına göre, erkekli-kızlı oturanlar mı çıkardı?

Marmaray’ı siyasi şov için acele acele açtırdı. Hazır olmadığı hemen ertesi gün belli oldu, defalarca elektrikler kesildi, arıza yaptı. Dualarla açtıkları bu tüneli kim tıkadı, gece 22:00’den sonra içki içenler mi, dekolte giyenler mi?

Göktürk-2 uydusu ile ne kadar övünebileceği de şüpheli. Uydunun üretiminde aktif olarak çalışmış bir araştırmacıdan şunları öğreniyoruz: Proje 1998’de başladı, 2000’lerin ilk yarısında TÜBİTAK’ın yaşadığı çalkantılara rağmen devam etti. 2011’de ise tepeden inme değişiklikler yapıldı. Yıllarca BİLSAT, RASAT ve Göktürk projelerinde tecrübe biriktirmiş ekip üyeleri yıldırma ve korkutmayla dağıtıldı, yerlerine konuya uzak ama iktidara yakın kişiler geldi.

Evet, Göktürk-2 başörtüsüne takılmadı, ama zor bela birikmiş know-how’un partizan kadrolaşma uğruna yokedildiği doğruysa, bundan sonraki uydular başörtüsüne takılmış olabilir.


Türkiye devletinde bir sonradan görmelik, bir hacıağa kafası hüküm sürüyor. Kafasına yatmayan şeyleri “yok size para” diye engellemeye çalıştığı gibi, imrendiği şeyleri de “parası neyse veririz“le elde edebileceğini zannediyor.

Ama bazı şeyleri elde etmeye para yetmez. Para vererek iyi bir eş veya ebeveyn olamazsınız meselâ. Bilgi sahibi olmak da sadece parayla olmaz. Masrafı neyse verip binlerce kitap alabilirsiniz, ama sonra onları okumanız gerekir.

Keza uzaya gitmek, dünyayı keşfetmek, hastalıklara çare bulmak, yeni malzemeler üretmek, yeni buluşlar yapmak, “al şu parayı” diye çocuğu bakkala göndermeye benzemez. Önce, insanları hazırlamalısınız. Bunun için de temel bilimler, sanat, felsefe, edebiyat, tarih ile yoğrulmuş dört başı mamur bir kültürünüz olmalı. Ara elemanlarla olmaz o iş, kalem efendileri lâzım.

Çok iyi matematikçileri, romancıları, heykeltraşları, dilbilimcileri bulunmayıp uzaya gidebilen, ilaç üretebilen bir tek toplum yoktur. Bu bir bileşik kaplar meselesidir. Ya hepsi, ya hiçbiri.

“Genel ahlaka uymayan” tiyatrolara devlet teşvikini kesmek veya imamları eğitim kadrolarına atamak ile teknolojik inovasyon yapamamak arasında çok yakın ilişkiler vardır. Volkanik takımadalar gibi dışarıdan ayrı da gözükseler, dipten birbirlerine bağlıdırlar. Kafayı suya daldıran görür.


Olmasına olur aslında; verirsiniz milyonlarca doları, uzay mekiğinin sonraki uçuşuna yancı bir Türk pilot bindirirsiniz. Ciddi bir görev vermezler, yukarıya çıkınca göğsünde Türk bayrağıyla poz verir, sonra seccadesini çıkarıp dünyaya doğru iki rekât namaz kılar, dönünce de “feza fatihi” diye karşılanır. Hatta belki elinden tutup aya bile götürürler. Bu turistik geziler ülkeye hiç bir uzay becerisi katmaz, ama küçük dünyanızda kendinizi birşey sanarak gururlanırsınız.

400px-Turist_Ömer_Uzay_YolundaBu arada, uzay bilimi ve teknolojisini sıfırdan kurmuş olan ülkeler hem bilgilerini hem de zenginliklerini artırmaya devam ederler. Mesela uzaydaki göktaşlarını devşirerek ucuz maden elde ederler. Sizin, eşi bulunmaz doğanızı tahrip ederek çıkardığınız madenler bunlarla rekabet edemez, elinizde kalır. Mirasyedi gibi harcadığınız bir ülkede, niteliksiz iş gücünüzle başbaşa kalır, şanlı ecdadınızın bir zamanlar gâvuru nasıl titrettiğinin masallarını anlatarak avunursunuz.

Ha, ama çok güzel pasta yersiniz. Hani fizikçi yerine yetiştirdiğiniz pastacılar vardı ya, onlar sayesinde.

“Evrimi tabii sansürleyeceğim, yukarıda Allah var”

A. K. partisinin bilim düşmanı beyanlarının en yenisi çiçeği burnunda Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’dan gelmiş.

Aslında özellikle yapılmış bir beyandan ziyade laf arasında geçmiş bir söz, ama iyi bir zihniyet fotoğrafı sağlıyor. Aktarılan habere göre, protestocu öğrencilerle konuşan bakan, öğrencinin “Evrimi ve bilimi savunduklarını, üniversitenin bilim üreten kurumlar olması gerekirken gerici tahakkümün her geçen gün üniversitelerde yaygınlaştığını” söylemesi üzerine “Evrimi tabii ki sansürleyeceğim. Sen evrime mi inanıyorsun? Maymundan mı geldin? Yukarıda Allah var.” cevabını vermiş.Görsel

Bugünkü bir habere göre, bakan konuşmayı doğruluyor: “Kız arkadaşı evrim teorisine karşı oluşumuzu eleştirdi. ’Kâinatı ve insanı yoktan yaratan Allah. Allah insanı yaratmaktan aciz değil ki, atamız maymun olsun’ dedim.

Evrimin insanın atasının maymun olduğunu söylediğini zannetmek zaten cahillik, ama geçelim. Bu mantığa göre, bakanın bir anne-babadan doğmamış olması lâzım, yoksa Allah onu yaratmaktan aciz demektir.

Bakan Kılıç birkaç gün önce, gençlik kamplarının karma yapılmaktan çıkarılması hakkında “Bakan olarak kampları kız ve erkek birlikte yapmak gibi bir mesuliyetim yok” demiş, kız ve erkeklerin yataklı trenlerde beraber götürülmesinden rahatsız olduğunu söylemişti. (Bu beyan hakkında da uzunca yazılabilir ama yerim yok.)

Oysa, Kılıç’ın “elbette sansürleyeceğim” demesinden iki hafta öncesinde pastacılıktan sorumlu “bilim milim” bakanı Nihat Ergün bir röportajda evrimi sansürlemediklerini söylemişti. Birisi yalan söylüyor, ama kim?

Ergün röportajda ayrıca Türkiye’de “Darwinizm’in inanca dönüştürüldüğünü” söylemiş. Müslüman ve Hıristiyan yaratılışçılar bu lafa bayılır. Bu şekilde, ispatlanmış bir gerçeğin savunulmasını “inanç” şeklinde yaftalayıp, sanki sadece rakip bir dinmiş gibi göstermeye çalışırlar.

“Darwinizm” zaten yanlış bir terim, çünkü evrimsel biyoloji Darwin’in attığı temeller üstünde yükselse de, artık çok daha kapsamlı bir birikime sahip. Evrim teorisine “Darwinizm” demek, dinamik bilimine “Newtonizm” demek kadar garip bir ifade. Ama yaratılışçılar bunu seviyorlar, çünkü evrimi bir kişinin öylesine kafasından attığı bir faraziye olarak yutturmalarına yardımcı oluyor.

Bir bilimsel teorinin inanç olduğunu söylemek, inanç kelimesini anlamsızlık derecesinde genelleştirmektir. İnanç ve iman basitçe, hakkında hiç bir delil bulunmayan şeylere inanmaktır. İnanç sahipleri sabit fikirlidirler, inandıklarına aykırı delillere bakarak fikirlerini değiştirmeyi reddederler. Grup olarak, inandıkları şeye inanmayanların canını almaya hazırdırlar. Bunların hiç biri bilimsel teorilere “inananlarda” görülmez. Darwin kendi adına bir din kurmamış, kendisine inanmayanları cehennem ateşiyle korkutmamıştır. Bilimciler aralarında mezhep savaşı yapmaz, yaratılışçıları kazığa bağlayıp yakmazlar.

TÜBİTAK başkanının bir sene önce göreve başlarken “Türkiye’nin birliğe ihtiyacı var. Uçak füze diyoruz. Bunlara odaklandık. Evrim teorisine inanan var inanmayan var. Birlikteliğe daha çok ihtiyacımız var.” demesini ve Bilim-Teknik dergisinde dört sene önceki Darwin sansürü rezaletini de resme eklediğinizde manzara çok açık.

Türkiye bilime ve bilimsel eğitime hiç bir şekilde inanmayan, kafaları çağın tamamen gerisinde, görünüşte yükseköğrenim diplomalarına sahip ama modern bilimsel düşünceden nasibini hiç almamış radikal dinci bir grup tarafından yönetiliyor. Fikir özgürlüğü zaten yok; yakında bilimsel gerçeklerin ifadesini de açıkça yasaklamaları ihtimal dahilinde.

İyi ama, bu ülkede üç kuşaktır belli bir ilerlemeci zihniyetle eğitilmiş, nitelikli okullarda çağdaş bilimsel eğitim almış insanlar var. Az da olsa, köklü ve bilimsel gelenekli üniversitelerimiz var. Bu insanlar, bu üniversitelerin mensupları, nitelikli biyologlar bu gidişata karşı çıkacaktır, protesto edecektir, değil mi?

Çok beklersiniz. Buyrun, en iyi üniversitelerden birinin seçkin profesörlerinden birinin seminer başlığına bakın, rüzgâra göre yelken açmak nasıl olur görün.

boun_seminerdouble_facepalm

Bunda ne var diyenler olabilir, açıklayayım. Bilimsel bir konuşmada dini elementler sanki ispatlanmış gerçeklermiş gibi sunulamaz. “Tanrı’nın insanı yarattığı dil” gibi bir ifade bilim dışı olmakla kalmaz, bilime aykırıdır, çünkü bırakın insanı yaratmış olmasını, Tanrı diye bir şeyin var olduğuna dair hiç bir delil yoktur.

Dini söylemler bilimi çürütür. Bir adım sonrasında gelecek şey şudur: “Deney filan yapmadım ama rüyamda peygamber bana böyle söyledi, itirazı olan?

(Aklınıza “tanrı parçacığı” geldiyse, o isimlendirmenin kitap satışlarını artırmaya çalışan bir yayıncının halt etmesi olduğunu bilmelisiniz. Leon Lederman’ın bir türlü tespit edilemeyen Higgs bozonu hakkında yazdığı kitabın başlığı “allahın belası parçacık” (the goddamn particle) olacaktı, ama yayıncı bu başlığı beğenmeyip değiştirdi. Fizikçiler arasında “tanrı parçacığı” lafı sevilmez.)

Popüler seviyede bir konuşma olsa, dikkat çekici olsun diye yaptı derdik (ki öyle bile olsa yanlış), ama değil, başka bir üniversitede uzmanlara yönelik verilen bir seminer.

Belki profesör “siyasi tartışmalara girmeyeyim, sularına gideyim, proje ödeneklerim kesilmesin, laboratuarım çalışmaya devam etsin” diye düşünmüştür. Ancak, bilimsel düşüncenin özünü feda etme pahasına yapılan araştırmalara bilimi ilerletmek denebilir mi?

En iyi üniversitelerde bu yapılıyorsa, diğerlerinde neler yapılır acaba? İşte bir örnek: Şırnak Üniversitesi “Hz. Nuh ve Cudi Dağı Sempozyumu” düzenlemiş. Aslında besbelli ki din turizminden pay kapmak için böyle bir şey uydurmuşlar. Üniversitelere YÖK araclığıyla gönderilen katılım çağrısı diyor ki (vurgular benim):

Hz. Nuh ve tufan olayı insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından birisidir

Kur’an’da Hz. Nuh’un gemisinin Cudi dağı üzerinde durduğu bildirilmiş olmasına rağmen, geminin Ağrı dağında olduğu idiaları da mevcuttur. Bu sebeple konunun bilimsel araştırmalar ışığında ortaya çıkarılması bir gereklilik arz etmektedir…

İşte dinle bilimi karıştırırsanız böyle olur. Kuşaklar boyu abartılan yerel mitleri bir jeolojik hakikat zanneder, din kitaplarında yazanları vaka analizi addedersiniz.

triple_facepalm_super

(Parantez açalım: Sevan Nişanyan “Kelimebaz-2” kitabında. Tevrat’taki Ararat kelimesinin genel olarak Doğu Anadolu’daki dağlık bölgenin adı olduğunu yazıyor. Geminin oturduğu yer olarak, Mezopotamya’dan bakınca ilk büyük dağ olan Cudi’yi daha akla yakın buluyor. Sempozyuma Sevan hocayı çağırsalar iyi ederlermiş.)

Konuya dönersek, peki, evrime inanmasınlar, mesele değil. Öyleyse, her yıl grip aşısı olmasınlar, küfre girer. Her yıl yeniden aşı olmanın sebebi, grip vürüsünde doğal seçilimle önceki aşıya dayanıklı yeni bir soy oluşması, başka bir deyişle, virüsün evrimleşmesidir. Evrim yoksa, aşı da olmayınız efendim.

İnanmamakla gerçeği değiştirebiliyorsak termodinamik teorisine de inanmayalım. Devridaim makineleri yapar, kalkınırız.

Hatta:

Screenshot - 03032013 - 06:14:10 PM

Devlet bilim kitabı basmıyorsa ne yapmalı?

TÜBİTAK’ın yirmi senedir sürdürdüğü güzel bir popüler bilim kitapları dizisi var. Bu diziden şimdiye kadar yüzlerce kitap çıktı. Dünyada çok okunan kitapları kaliteli baskı, (genellikle) iyi çeviri ve çok düşük fiyatla Türkçeye kazandırmışlardı. Ancak artık bu seri yok oluyor. Gitgide daha az yeni kitap çıkarılıyor ve baskısı tükenen kitaplar tekrar basılmıyor.

TÜBİTAK katalogunda satışta olan kitapları görebilirsiniz. İlk bakışta epey çok görünebilir, ama çoğu çocuklar ve gençler için. “Yetişkin Kitaplığı” linkinde 50 başlık var, üstelik karton ve sert ciltli baskılar ayrı ayrı listelendiği için, sadece otuz kadar farklı kitap mevcut. Oysa başka bir online kitapçıda bu seriden tam 153 tane kitap görebiliyorsunuz. Çoğu tükenmiş, bulunmuyor.

Bugün gazeteler birdenbire bu tükenmişliği farkediverdiler. Tekrar basılmayanlar arasında gerek Dawkins’in gerek başkalarının evrimsel biyolojiyi işleyen kitaplarının da bulunduğunu görünce “TÜBİTAK evrimi yasakladı” gibi sansasyonel başlıklarla haber yaptılar.

Doğrusu böyle bir şüphe yersiz değil. Darwin yılı olan 2009’da Bilim Teknik’in Darwin’li bir kapak yapmaya yeltenmesi ama TÜBİTAK yönetiminin dergi editörlerini sert bir şekilde engellemesi hâlâ akıllarda.

Daha bir sene önce, TÜBİTAK’ın başına yeni atanan Yücel Altunbaşak, basın toplantısında evrim hakkındaki bir soruya “Türkiye’nin birliğe ihtiyacı var. Uçak füze diyoruz. Bunlara odaklandık. Evrim teorisine inanan var inanmayan var. Birlikteliğe daha çok ihtiyacımız var.” diye kemküm etmişti. (Şurada biraz dalgamı geçmiştim.)

Bu zihniyeti tanıyınca, evrimi anlatan kitaplara özel sansür konduğunu düşünmek makul. Ama yeni baskısı yapılmayan kitaplar arasında evrimle hiç alâkası olmayanlar daha fazla: Depremler (Bruce Bolt), Süpersimetri (Gordon Kane), Rakamların Evrensel Tarihi (Georges Ifrah), Kralın Yeni Usu (Roger Penrose), Kaos (James Gleick), Tüfek, Mikrop, ve Çelik (Jared Diamond), ve daha sayamayacağım birçok kitap.

Burada evrim sansürünün ötesinde bir şey oluyor. Belli ki TÜBİTAK yakında popüler bilim kitapları dizisini tamamen öldürecek, ki bu da A.K. Partisi hükümetinin işine gelmeyen hiç bir şeye devlet desteği vermeme politikasına uygun. Hükümetin temel bilimlere uzun zamandır üvey evlat muamelesi yaptığı da malum, o yüzden bu kitap dizisini de lüzumsuz gördüğünü tahmin edebiliriz.

Yazık. TÜBİTAK’ın bu işlevi çok önemliydi. Kitapların iki-üç bin basıldığı bir ülkede, özel yayıncıların cesaret edemeyeceği kitapların Türkçeye kazandırılmasını sağlıyordu.

Peki bu devletin görevi midir? Bence evet. Yapılması gereken ama kazançlı olmadığı için piyasanın halledemeyeceği işleri üstlenmek devletin işleri arasında. Türkiye gibi bir ülkede kitap basmak bu kategoride bir iş.

Ama şimdi devlete güvenmenin sakıncasını hep birlikte görüyoruz: Devleti yönetenler bir işin “yapılması gereken” sınıfında olmadığını düşünmeye başlayınca, o iş suya düşüyor.

Devlet yapmazsa yapmasın. Biz temel bilimleri okumaya, öğrenmeye, yaymaya devam edeceğiz. Alfa’nın, Metis’in, ve daha birçok özel yayınevinin birçok güzel kitabı var. Bir gün, seksen milyonluk bir ülkede birkaç bin bilim kitabının satılamayacağı kadar pespaye bir duruma düşersek ve yayınevleri artık bunları basmak istemezse, bloglarımızda yazacağız. Türkçe kaynak yoksa, İngilizce kitapları okuyabilecek kadar dil öğreneceğiz. Kimsenin bilgiye ulaşmamıza engel olmasına izin vermeyeceğiz.

Batılılaşmaya çabaladığımız iki yüz yıldan sonra artık bazı şeylerin kök saldığına inanmak istiyorum. Bu koca ülkede Vikipedi, Açık Bilim, Evrim Çalışkanları, Yalansavar gibi bilgi kaynaklarına düzenli katkılar yapabilecek, yeni bilgi siteleri oluşturup büyütebilecek üç beş bin kişi muhakkak vardır. Bu birkaç bin insanı, hiç olmazsa ayda bir kere, ilgisini çeken bilimsel bir konuda birşey yazıp internette yayınlamaya davet ediyorum. Belki topluca karanlığa gidiyoruzdur, ama sessiz sedasız gitmeyelim.

 

“Bize fizikçi, biyolog değil, pastacı lâzım”

Bu mealdeki sözleri söyleyen ilkokul terk bir hacıağa değil, bir bakan. Bilim, Sanayi ve Teknoloji bakanı Nihat Ergün. BİLİM BAKANI!

HaberTürk şöyle bildirmiş:

Ergün, insanların, piyasada yeni oluşan işlere uygun nitelikte yetiştirilmesi gerektiğini söyleyerek, “Pastaneciler bile sorun yaşıyorlar. Garsonluk yapacak çok sayıda insan başvuru yapıyor ama pasta yapacak adam başvurmuyor” dedi. Bakan Ergün’ün sözünü ettiği düzenlemede fen edebiyat fakülteleri başta olmak üzere bazı yüksekokul ve fakültelerde düzenleme yapılacak. Çok fazla mezun veren bazı bölümler kapatılacak, bazılarında kısıtlamaya gidilecek, bazı bölümlerin ise sayısı artırılacak.

“Üniversitelerle ilgili yeniden yapılanma süreci var. Piyasaya duyarlı bir eğitim verip vermediği konusunda bir değerlendirme yapacağız. Öyle meslek dalları açılmış durumda ki meslek yüksekokulu olsun fakülte olsun piyasada karşılığı yok ve insanlar o meslekleri üniversitede okumaya devam ediyorlar. Bizim piyasamızda hiç karşılığı olmayan meslekler ya da çok sınırlı ama üniversite eğitimi bunun 10 katı. Örneğin fen edebiyat fakültelerinin sayısı çok fazla ancak kimya, fizik, biyoloji mezunlarının çalışabileceği alan çok kısıtlı. Bunların yeniden planlanması lazım.”

Bakan üniversitenin ne demek olduğunu bilmiyor. Üniversiteyi meslek edindirme kursu zannediyor. Gerçek üniversitede cıvata sıkmak öğretilmez, piyasadaki işlere göre biçilmiş teknisyen de üretilmez.

Üniversite eğitimi her şeyden önce “teorik”tir. Yüksek öğretimde büyük resme bakılır, mesleğe geniş şumüllü yaklaşılır. Cıvatayı sıkmak değil, hangi makinede hangi cıvata kullanılacağı, cıvatanın ne kadar sıkılacağının nasıl hesaplanacağı, az veya fazla sıkılan cıvataların istatistiği, sıkılan cıvatanın ne zaman tekrar gevşeyeceği, cıvatada hangi malzeme kullanılacağı, cıvata sıkmanın tarihi, cıvatanın kaç değişik şekilde sıkılabileceği, cıvatayı sıkan kasların nasıl çalıştığı, cıvatanın renginin psikolojik etkisi öğretilir.

Teoriyi öğrenen kafalar esnektir, yeni şeylere kolay adapte olurlar. Yeni bir cıvata çıktığında apışıp kalmaz, işlerinden olmazlar. Daha da önemlisi somun veya vida da sıkabilirler, çünkü genel prensipleri bilirler.

Üniversiteden mezun olan kişinin bir lego parçası gibi, işe başlayıp masasına oturur oturmaz üretime başlaması beklenemez. Üniversite her niş alanın özel ihtiyaçlarına göre eğitim veremez. Yapılması gereken, genel bir alandaki prensipleri ve teoriyi aktarmak, böylece pratik uygulamaya geçilmesini kolaylaştırmaktır. Üniversite diploması anahtar teslim bir ev değil, en iyi ihtimalle böyle bir evi taşıyabilecek sağlam bir temeldir. O yüzden de “piyasanın ihtiyacına göre” bölüm açamazsınız, açarsanız sadece teknisyen yetiştirmiş olursunuz.

Temel bilim ve beşeri bilimler eğitimi almış insanların çalışabileceği alanlar kısıtlı değil. Tam tersine, birçok değişik alana adapte edilebilecek analitik ve teorik bilgiler edindikleri için, çok geniş. Fen-Edebiyat mezunlarının yapabileceği işleri daha önce yazmıştım.

Piyasanın ihtiyacından çok daha fazla mezun veren bir yığın başka fakülte geliyor aklıma: Meselâ ziraat fakülteleri, maden fakülteleri, ilahiyat fakülteleri. Neden kapatılmak için ilk akla gelenler Fen-Edebiyat fakülteleri oluyor acaba?

“Piyasada karşılığı olmayan” kontenjanları kaldıracaksak, imam-hatip liselerine ve ilahiyat fakültelerine kızların alınması engellenecek mi, onu da açıklasa. Hayır mı? İsteyen istediğini okur, sonunda işsiz kalmayı göze alır, kendi tercihi mi? Öyleyse neden başka fakültelerdeki öğrencilerin böyle bir tercih hakkı olmuyor?

Piyasa dinamiğine ABD’den daha fazla teslim olmuş bir ülke yoktur herhalde. Bir internet taraması yapın, en ücra yerlerdeki en adı duyulmamış üniversiteciklerde bile fizik, edebiyat, felsefe bölümleri olduğunu göreceksiniz. Neden bunları kapatıp pastacılık bölümü açmıyorlar acaba? Muhtemelen “akademik nitelik” mefhumunun en dandik üniversiteye bile sinmiş olması sayesinde.

Bu hükümetin üyelerinin ne eğitimi, ne de ufku temel bilimlerin önemini anlamaya yeterli. Birazcık bilim eğitimi alsalardı, birkaç popüler bilim kitabı bile okuyabilselerdi, temel bilim olmadan teknoloji olamayacağını öğrenirlerdi. Carl Sagan ne kadar güzel yazmıştı temel bilimciler olmasa bugünkü uygarlığımızın varolamayacağını.

Bu beyandan sonra, Fen-Edebiyat fakültelerinin en iyi üniversitelerde bile öğrencisiz kalacağını tahmin edebiliriz. Hepsi kapatılabilir yani.

Boğazımıza kadar bir cehalet ve safsata bataklığının içindeyiz, ve batmaya devam ediyoruz. Temel bilime arka arkaya indirilen darbeler ile akıl dışı hurafelerin yaygınlığı birbiriyle çok yakından ilişkili:

  • İstanbul’da bir felsefe öğretmenine “çocuklarımıza tevhit inancımıza aykırı bilgiler vermek ve ateizm gibi konulardan bahsederek çocuklarımızın kafasını bulandırdığısuçlamasıyla soruşturma başlatıldı.
  • İzmir’de bir biyoloji öğretmeninin “evrim teorisini anlatırken İslam dininin değerlerini aşağıladığı”nı iddia eden isimsiz bir dilekçe verildi, öğretmen hakkında soruşturma açıldı.
  • Siirt’te, Urfa’da, son olarak da Ankara’da evlerde arka arkaya defalarca yangın çıktı. Ev sakinlerinin ilk tepkileri: “Cinler yaptı!
  • Turgut Özal’ın ölümünden 19 yıl sonra mezarı açıldı, tıp fakültesi dekanı olan bir kişi cesedin bozulmadan kalmasının sadece bilimle açıklanamayacağını söyledi.

Aklın rehberliğini zaten sadece kısmen benimsemiştik, şimdi ise tamamen bıraktık, karanlığa doğru hızla yürümekteyiz.

Ek: Bakanın konuşmasının videosu mevcut. (Ahmet Yükseltürk’e teşekkürler.) “Piyasaya yönelik gözden geçirme” 50:45’de başlıyor.


Yeni yılın ilk yazısıyla dalya dedik. Blogumun yüzüncü yazısı oluyor bu.

Üniversitelerin utanç (ve gurur) günleri

ODTÜ olaylarından ve son iki gündür yağan dalkavukça kınamalardan bahsediyorum elbette. Olaylar çok dallı budaklı. Kapsamlı bir düzenlemesini yapmaya çalıştım, başaramadım. Yazı yazmak için olayları kafamda toparlamaya çalıştıkça asabım bozuluyor. Takip edenler zaten olayları biliyor. Tarihsel bir başvuru belgesi hazırlamak başkasına kalsın.

(Ek: Bianet güzel bir kronolojik döküm hazırlamış.)

Kısa keseceğim. Entelektüel namus gereği söylememin hakkım değil, mecburiyetim olduğu bir şey var.

Sadece üniversitede değil, hiç bir yerde protesto hakkını kullanan insanlara polis şiddetiyle mukabele edilemez. Haydi bu haltı ettin, ODTÜ’nün ne olduğunu bilmezden gelip “sizin gibi hoca olsa ne olur olmasa ne olur” gibi daha büyük bir halt yemezsin.

Üniversiteler başbuğa kayıtsız şartsız eğilmenin, kula kulluk etmenin öğretildiği yerler değildir. İyi üniversiteler kişilik kazandırır. Kişilikli insan dik durur, üç kuruş için kimseye eğilmez.

Gerçek akademisyen, fikir özgürlüğünü savunur. Her fikre elbette itibar etmez, delil ve ispat ister, ama beğenmediği fikirlerin ifade edilme hakkını kısıtlamaz. Sert eleştirileri ve protestoları kabullenir. Kendine ve bilgisine güveni vardır, fikrini savunabilir, gerektiğinde değiştirir.

Akademik ahlâktan bigâne olarak el etek öperek yükselenler ise, kolpalıkları açığa çıkmasın diye biat kültürüne sıkı sıkı sarılırlar. İktidarı eleştirmeyi aklından bile geçiremezler. Bu iktidar sadece siyasi iktidar olmayabilir; herhangi bir şekilde “üstü” gördüklerinin söylediklerini sorgulayamazlar. İşareti aldıklarında anında bildiriler imzalarlar. Ne imzaladığına bile bakmaz bazıları. Maksat yaranmaktır. Aldıkları azıcık oyla yönetici olmalarını sağlayanlara boyun eğmek zorundadırlar.

Bu yüzden, Türk üniversitelerinin benim bildiğim en büyük utancı bu günlerde yaşanmaktadır.

Neyse ki bu utancı hafifletenler de var. Feyz aldığım Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ’deki şiddeti kınayan ve ODTÜ’ye bütünüyle açık destek veren ilk (ve şimdilik tek) üniversite oldu. BÜ’nün özgürlükçülüğü lafta değildir, çifte standartlı da değildir.

Dahası, akademisyen şerefini bırakın, insan gururuna yakışmayan eziklikte bir güce tapma duygusuyla dolu, Türkçesi bozuk kınama metinlerini imzalayan rektörler, yönettikleri üniversitelerin gerçek sahipleri olan hocalar, öğrenciler, ve mezunlar tarafından şiddetle protesto ediliyorlar. Bu bizim üniversite kültürümüzde bir dönüm noktası. Rektörlerin kral olduğu, herkesin bir üstüne karşı boynu bükük olduğu hiyerarşik akademik sistemimizde bir çatlak oluşmuş olabilir.

Utancın yarattığı tepkinin gurura dönüşüp dönüşmeyeceği, her üniversitenin kendi topluluğunun ne yapacağına bağlı. Cemaatin, hısım akrabanın doldurduğu üniversitemsilerden birşey beklenmeyeceği ortada. Önemli olan, “köklü” diye bilinen üniversitelerin sonuçta nerede duracağı. Tepeden inme emirlerle iktidar yanaşmalığı yaparlarsa, o kadar da köklü olmadıkları anlaşılacak.

Üniversitelerin akademik kalitelerinin nasıl ölçüleceği hep tartışılır. Şimdi elimizde çok net bir ölçü var: Fikri, vicdanı, irfanı hür bir “üniversite”, veya iktidarın önünde diz çöken, kula kul olan bir “dershane”. Tabelasında ne yazdığının hiç önemi yok.

Ek

  • Bazı açıklamalarda uydu gönderme başarısı için başbakana teşekkür edilmesi gerektiği yazıyordu. Bakın başbakan Göktürk-2’yi tasarlayan ve inşa edenlere nasıl teşekkür etmiş: Göktürk-2’yi yapanlar nasıl tasfiye edildi?
  • Birçok üniversitenin hocaları, akademisyenlik eğitimi sayılabilecek metinler yayınlıyor. Bilgi Üniversitesi’nden geleni özellikle beğendim.

    Demokratik bir ülkede, siyasi iktidarın üniversiteleri azarlaması, onları hizaya sokmaya çalışması da, üniversitelerin ve akademisyenlerin siyasi iktidara uyum sağlama yarışına girmeleri de düşünülemez. Demokratik bir ülkenin siyasi iktidarı yeterince olgun ve akıllı ise, üniversitelerden, eleştiriden ve protestolardan sadece öğrenmeye çalışır. Evrensel akademik standartların farkında olan bir üniversite ise, “majestelerinin üniversitesi” olmayı en büyük aşağılanma sayar.

Celal Şengör: Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek

Celâl Şengör, 14 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknik’teki köşe yazısında, öğrencilerin bilim bölümlerini tercih etmemesinden duyduğu bıkkınlığı anlatmış.

Celâl hocanın bütün fikirlerine katılmasam da, akademik perspektifine diyecek yoktur. Çok ciddi bir zihniyet problemine parmak basıyor. Vurgular yazının orijinalindendir.

Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek
Gazete haberlerine göz atarken, üniversiteye giren öğrencilerin fizik, kimya, jeoloji, biyoloji gibi temel bilimleri hemen hiç tercih etmediklerini okudum. Bu, şu demektir: Toplumumuzdaki gençler, parazit olarak yaşamayı tercih etmekteler, zira tüm diğer üniversite branşlarının temsil ettiği meslekler bu tercih edilmeyenlerin ürettikleri bilgilere dayanır. Elinden cep telefonunu düşürmeyen zat, fizik olmadan bunu yapabilir miydi? Hastalandığında ilaç isteyen, güzelliğinin derdine düştüğü zaman makyaj malzemesi arayan, bulaşığını yıkarken deterjan kullanan, kimya olmadan bunları nasıl yapacak?

Almanya bizden giden üzümlerin içindeki kimyasalları görünce ödü patlamış. Doğaya bu tür müdahalelerde doğru yolu bize biyolog olmadan kim gösterecek? Tarımda bir hastalık bazan bir ürünü öyle bir yok eder ki, o ürüne tekrar kavuşabilmek için tohumlarını veya fidanlarını başka yerlerden gidip almak gerekir. Bu tür işlerin ülkemizdeki diğer bitkilere zarar vermeden, hayvan dengesini bozmadan yapılmasına biyologsuz mu karar vereceğiz?

Ya jeoloji? Su ararken jeoloji lazım, petrol veya gaz ararken jeoloji lâzım, yapı malzemesi ararken ve işletirken jeoloji lazım, baraj yaparken, maden çıkarırken, iklim değişmelerini izlerken, sele, heyelâna karşı tedbir alırken jeoloji lazım. Ya deprem???

Bir ülke düşünün ki, yukarıda saydıklarımın hepsi konusunda kafa yormak zorunda ama gençleri jeolog olmak istemiyor. Onun yerine diyor ki, ben rahat rahat işyerimdeki masamda oturayım, birileri bunları benim için yapsın. Tabiî birileri bunları yapar. Ama bir gün gelir sizi de o koltuğunuzdan sepetler ve birden kendinizi onun hizmetkârı olarak buluverirsiniz.

Muhterem hocam ve sevgili dostum Prof. Doğan Kuban yazılarında sürekli, cahiller ülkelerinin sömürge ülkeleri olduğunu işliyor ve bilhassa Müslüman dünyasındaki cehaletin altını çiziyor. Altı çizilen cehaletin en büyük kısmı işte bu fizik, kimya, biyoloji ve jeoloji cehaletidir. Buna içinde oturulan evi tanımama cehaleti de diyebiliriz, zira bu bilim dalları bize içinde yaşadığımız dünyayı tanıtan bilimlerdir.

Bu cehalet, 1950 yılından beri körüklenen ve AKP iktidarıyla da artık şahlanan doğa bilimi düşmanlığının, onun yerine hayal âlemi olan dini ikame etme çabalarının neticesidir. Okulların tamamının imam hatip okulu yapılmasını isteyen milletvekillerimiz var. Yani bu zat milletimizi yedinci yüzyılda yaşamaya davet etmektedir!

Sevgili okuyucularım, bilimle din bağdaşamaz. Zira bilim hakikatı sürekli arayan, din ise bunu bulduğunu iddia eden iki düşünce sistemidir. Tarih boyunca bilimle din hep çatışmış, hep sonunda dinin dediklerinin doğru olmadığı görülmüştür. Avrupa bunu ilk fark eden toplumu barındırdığı için yüzyıllarca dünyaya hükmetmiştir.

Bilim gerçeği bulduğunu değil, yanlışı teşhis edip onu elediğini iddia eder.

Evrim kuramını ele alalım: Bilim kutsal kitaplarda yazılan ve kökleri Sümer mitolojisine dayanan yaradılış efsanesinin doğru olmadığını ispat etmiştir. Sırf insanı ele alsak bile, en az üç akıllı insan türünün birbiriyle eskiden aynı anda var olduğunu biliyoruz. Bunlardan ikisinin soyu tükenmiştir.

Bu konuda hangi dinde tek satır bilgi vardır? Bunlar, insan soyunun ataları oldukları en azından üç büyük din tarafından kabul edilen Âdem ile Havva’dan olmuş olamazlar. Olurlarsa, o zaman Âdem ile Havvâ bizden olmuş olamazlar ki bu kutsal kitaplarda anlatılan efsane ile çelişir.

Düşününüz ki bugün tüm bilim dünyası tarafından istisnasız kabul görmekte olan evrim teorisinin “bilim tarafından niçin kabul görmediği” gibi düpedüz bir yalanı temel alan bir sözde bilimsel toplantı bir üniversitemizde yapılabilmektedir.

Tüm bunlar toplumu cahilleştirme veya cahil tutma politikasının Türkiye’de başarı kazandığını gösteren emarelerdir ki son üniversite tercihleri bunu doğrulamıştır. Bu durumda derdi imam hatip okullarını yaygınlaştırmak olan bir iktidarı yönetimde ısrarla tutan bir halk, bilim insanlarına açıkça “Bu ülkeden gidin, sizi istemiyoruz” demiştir. Eh bize de bu karara (isteyerek olmasa da) boyun eğmekten başka çare kalmamıştır.

Bazı gazeteci dostlar benim Türkiye’yi terk etmeyi düşündüğümü söylemem üzerine “aman sakın” yazıları yazdı. Sağolsunlar, ama hangisinin gazetesinin bilim ekleri, hatta sadece bir bilim sayfası var? Hangisi bir bilim muhabiri veya bilim yazarı istihdam etmekte? Bunlar için hangisi kaç yazı yazdı, kaç televizyon programı yaptı, kaç röportaj yayımladı?

Bilim “aman olsun” demekle olmaz, onu gerçekten istemek lazımdır. İstenmediği yerde bilim durmaz ve beraberinde içinden kaçtığı toplumun yaşam kavgasında ayakta durabilme gücünü de alıp gider.

Bilim, mühendislik ve matematikten kaçış aslında dünya çapında bir problem. Benzer dertler ABD’de uzun zamandır var; belki Avrupa’da da vardır. Yine de gelişmiş ülkeler hem bilimsel araştırmayı paraya tahvil edebilmeleri, hem de dünyanın başka ülkelerinden zeki insanları çekebilmeleri sayesinde bu açığı kapatabiliyorlar. Bizde ikisi de olmadığından fena halde yere çakılacağız.

Ek (16.9.2012): Bilimle ilgili haberlere ve bilim politikasına ilgi duyan nadir gazetecilerden İsmet Berkan bugünkü köşe yazısında aynı sorundan bahsetmiş.

… Ya başka ülkelerin, şirketlerin taşeronu olacağız, onların geliştirdiği ürünleri daha ucuza üreterek, yani kendi işçimize daha düşük ücret ödeyerek bir rekabet gücü yakalayacağız ve bugünkü kadar gelir elde edeceğiz ya da kendi ürünlerimizi geliştiren kendi şirketlerimiz olacak.
Dünyada bilime sahip olmadan gelişmiş, refahı yakalamış tek bir ülke yok. Demek biz de, gelişmek, zenginleşmek istiyorsak bilime ihtiyacımız var.
O bilim de, temel bilim. Ve ülkemizde temel bilimlere olan ilgi azalıyor.

Devamında bir çözüm teklif ediyor:

Üniversitelerimizin fizik bölümleri öğrencisizlik yüzünden tek tek kapanıyor. Bu yeterince vahim bir durum.
Ancak meseleye bir de şöyle bakmak lazım: Acaba Niğde’de, Kayseri’de, Sinop’ta veya Kahramanmaraş’taki üniversitenin fizik bölümü olması şart mı?
Buralara ayırdığımız bilim insanı kaynağını daha merkezi yerlerdeki temel bilimler üniversitelerinde kullansak, öğrencilerin çoğunu da oraya çekmeye çalışsak daha iyi olmaz mı?
Onlarca küçük küçük ve eğitim/bilim kalitesi sorgulanabilir bölüm yaratmak yerine on-onbeş tane gerçekten iyi fizik bölümü, matematik bölümü, kimya bölümü kursak, buralarda daha fazla öğrenci eğitsek daha iyi olmaz mı?

Olur elbet, ama temel bilim uzmanlığı talep eden bir ekonomi olmayınca bu okulların mezunları yine iş bulma derdine düşecekler.

GDO’lar için ABD’den Bilim Teknik’e ısmarlanan yazı

Ahmet Yükseltürk’ün dün FriendFeed’de paylaştığı Wikileaks belgesi, TÜBİTAK Bilim Teknik dergisinin ABD elçiliğinin “teşvikiyle”, biyoteknolojinin faydalarına dair ısmarlama bir yazı yayınladığını gösteriyor. Yazı özellikle Türkiye’de biyogüvenlik yasa tasarısının tartışıldığı zamanda, yasayı ABD’nin istediği gevşekliğe getirmek için kamuoyunu yönlendirmek amacıyla hazırlanmış.

15 Şubat 2005 tarihli kriptoda, özetle, Türkiye’de hazırlanan biyogüvenlik yasa tasarısından dolayı endişe ifade ediyor. ABD ile ticareti aksatacağı ve Türk tarımına zarar vereceği iddia ediliyor. Ancak iş dünyasının temsilcileri (hangi ülkenin olduğu belirtilmemiş) ABD hükümetinin doğrudan işe karışmasının ters tepki yaratacağını söylemişler. ABD Tarım Bakanlığı’nın Dış Tarım Servisi (USDA-FAS) ile Türkiye Tarım Bakanlığı ve meclis yetkilileri arasında konuşmalar yapılmış.

Tasarının değiştirilmesi amacıyla, ABD Senatosu’nun tarım biyoteknolojisi danışmanı Madelyn Spirnak Türkiye’de 31 Ocak-3 Şubat 2005 arasında görüşmeler yapmış. Görüştükleri arasında Tarım Bakanlığı müsteşarı, Meclis Tarım Komisyonu üyesi üç milletvekili, TÜBİTAK başkan yardımcısı, Çevre Bakanlığı ve DPT yetkilileri, TÜSİAD, tarım ve hayvancılık birlikleri temsilcileri, hatta uluslarası değişim programına katılmış olanlar ve Fulbright bursu almış olanlar var. Spirnak, ABD hükümetinin biyogüvenlik yasa tasarısının ticareti ve gelişmeyi aksatacağını düşündüğünü bildirmiş. Bir yandan da, biyoteknoloji ürünlerinin çevre dostu olduğunu ve gelişmekte olan ülkeler için ne kadar yararlı olduğunu anlatmış.

İnsanın “bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?” diyesi geliyor. Niye ABD bizim iyiliğimiz için bu kadar zahmete giriyor acaba?

Kriptoda, biyoteknoloji politikalarının kalkınma ve çevre konularındaki faydalarını anlatacak ABD’li bir konuşmacının getirtilmesi kararından bahsediliyor, ama kim olacağı belli değil. Ayrıca TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisine tarımsal biyoteknolojinin olumlu yönlerini yansıtacak bir yazı için bilgi sunmayı teklif edecekleri (Türkçesi: bu yönde yazı sipariş edecekleri) yazılı.

ferayebend’in aktardığı 19 Eylül 2005 tarihli başka bir kripto ABD’nin biyoteknoloji tartışmalarınde iyiden iyiye taraf olduğunu gösteriyor. “Tartışmayı dengelemek” için Illinois Üniversitesi gıda mikrobiyologu Dr. Bruce Chassy’nin Türkiye’yi ziyaret etmesi ve konuşmalar yapması ayarlanmış. Kriptoda “duygusal tepkiler”den ve “bilime karşı ideoloji”den yana yakıla şikâyet ediliyor.

ABD’nin biyoteknoloji propagandasının Bilim Teknik ayağı da yine Dr. Chassy tarafından kotarılmış. Kasım 2005 sayısının 14-15. sayfalarında onunla yapılan bir röportaj yayınlanmış.

Kısa röportajın bence en vurucu sorusu olan “Bu teknolojinin, çiftçilerin kendi kendilerine yetme yetilerini öldüreceği ve dış kaynaklı tohumlara bağımlı olmalarına yol açacağından korkuluyor” cümlesine ABD’nin biyoteknoloji elçisinin net bir cevap vermediğini, soruyla alâkasız bir araba laf ettiğini görebilirsiniz. Chassy özetle, tohumluk saklayanların fakir olduğu, her yıl yeni tohum alanların ise zenginleştiği gibi acaip bir iddiada bulunuyor.

Peki niye bu gayret? Haydi biz cahil Şarklılarız, bizim için iyi olanı anlamayız. Neden ABD elçiliğini, Senato danışmanlarını ve bilimadamlarını seferber edip bizi kurtarmaya çalışıyor?

Sadece bizi değil, herkesi. ABD hükümeti, tohum sanayiinin en büyük şirketi olan, rüşvetçiliğiyle de bilinen Monsanto’nun çıkarlarını bütün dünyada kollama görevi üstlenmiş (golyandro‘ya teşekkürler).

Monsanto’nun ikinci nesil tohumların kısırlaştırıldığı “terminatör” teknolojisine sahip olduğu biliniyor. Bu teknolojiyi kullanmama sözü vermiş de olsa, geliştirme sürüyor ve ileride ne şekilde karşımıza çıkacağı belli değil.

Chassy terminatör tohum kullanılmadığını söylemiş, ama Monsanto’nun üreticilerle yaptığı satış anlaşması zaten bunu gereksiz kılıyor. Anlaşma üreticinin tohumları tekrar kullanmak için saklamasını açıkça yasaklıyor. Sattığı tohumla ne yapıp ne yapamayacağına dair anlaşma imzalatmak acaip de olsa, kendinizi uluslararası şirketlerin insafına terkettiğinizde olacak budur. Monsanto, Microsoft tarzı saldırgan, yokedici, tekel amaçlı ve temel hakları çiğneyen pazarlama takip ediyor gibi görünüyor.

Önümüzdeki günlerde bu konularda daha derin incelemeler yazılacağını tahmin ediyorum; gördükçe onları da paylaşacağım. Şahsen GDO’lar ve biyoteknolojik tohumların faydası/zararı hakkında fazla bilgim yok. Çok itiraz olduğunun farkındayım ama bilimselliklerini tam incelemedim.

Ama farzedelim ki GDO’lar tamamen faydalı, biyoteknoloji ürünü tohumlar çok daha çevre dostu, verimli ve besleyici. Diyelim ki bu konuda hiç bir bilimsel şüphe yok.

Yine de bu, beslenme gibi en temel ihtiyacımız için başkalarının insafına teslim olmayı haklı çıkarır mı? Bir süre sonra bu tohumlara tamamen bağımlı olduğumuzda tohum üreticisinin fahiş zamlar yapmayacağının garantisi var mı? Tohum piyasasının serbest pazar olmadığı belli, yani alternatif bulamayacağız; aç kalma şansımız da olmadığına göre mecburen ne isterlerse vereceğiz. Dahası, diyelim bir şekilde ABD ile ters düştük ve bize ambargo uygulamaya başladı, bütün ticaretle beraber tohumlar da kesildi. Açlıktan öleceğimiz kesindir.

Bir köşede bir avuç tohumluk bırakmış olmak da bizi kurtarmaz çünkü bunların artırılıp bir ülkeyi besleyecek miktara çıkarılması için onlarca yıl gerekir.

On bin yıldır insanlar ekip biçiyor ve tohumluk ayırarak ertesi seneki rızkını çıkarıyor. Medeniyetin ortaya çıkması da, devam etmesi de bu döngü sayesindedir. Bir felâket olup medeniyetimiz ortadan kalkarsa, insan soyunun devamını da yine bu tabiat döngüsü sağlayacaktır. Bu sistemi bozmak, kâr için insanların tam mânâsıyla ekmeğiyle oynamak vicdansızlığın en üst derecesi olsa gerek.

Evrim’i vurgulamanın önemi

Dün akşam 24 kanalında Ömer Cebeci Darwin skandalı konusunda beyanat verdi. Olayın bir iç yönetim anlaşmazlığı olduğunu iddia etti. “Bu bir iş kazasıdır” dedi. Nitekim TÜBİTAK’ın basın açıklamasında da aynı durum ifade edilmişti.

Takıldığım iki nokta var. Birincisi, “Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Yayın Yönetmeninin yetki aşımından kaynaklanan sorunlar” ifadesi. Bir derginin muhtevası konusunda tam yetki ya kimde olacaktı? Yayın Kurulu’nun bir üyesinin bu kadar mikro-idare yapması olağan bir durum mudur? “Evrim’i vurgulamanın önemi” okumaya devam et