Elektrik çarpanı “topraklamak”

Yalansavar

Antik çağdaki Likya Birliği’nin başkenti Xanthos’un bugünkü adı Kınık’tır. Yanıbaşındaki Kaş’a göre denize daha uzak, sessiz, sakin bir yerdir. Eski taş lahitler, üstlerinde güneşlenen kertenkelelere ve çevrelerinde biten dikenlere aldırmadan, güneşin üstlerinden kimbilir kaçıncı bin kez geçişini seyrederler, huzur içinde.

Ancak bu huzur, 24 Haziran 2016 gecesi, 16 yaşındaki Hüseyin Çolak’ın çığlıklarıyla bozuldu.

Evinin içinden geçen bir kablodaki kaçak yüzünden genç Hüseyin elektriğe kapıldı. Vücudu zangır zangır titredi, nefesi kesildi, kendinden geçti. Şans eseri evde yalnız değildi; yakınları hemen müdahale ederek onu kablodan kurtardılar. Hemen sağlık ekiplerini aradılar ve vücudu morarmaya başlayan delikanlıyı bahçeye çıkarıp yere yatırdılar.

Gerisini haber ajanslarından okuyalım:

Elektrik akımına kapılan genci toprağa gömerek kurtardılar

Antalya’nın Kaş ilçesinde elektrik akımına kapılan 16 yaşındaki genç, yakınları tarafından toprağa gömülmesi sayesinde kurtuldu.

Kaş ilçesine bağlı Kınık Mahallesi’nde yaşayan 16 yaşındaki Hüseyin Çolak, dün akşam evlerinde elektrik kablosundaki kaçaktan dolayı akıma kapıldı. Çolak’ın çırpındığını gören yakınları, kabloyla Çolak’ın temasını kesti…

View original post 1.341 kelime daha

Her sakallıyı baban sanma: Temel oranı ihmal yanılgısı

Yalansavar

Muayenehanede doktorun karşısında sessizce oturuyorsunuz. Doktor üzgün bir ifadeyle konuşmaya başlıyor:

“Test sonuçlarınız geldi. Maalesef, pozitif!”

“Hasta mıyım yani, emin misiniz?”

Başını sallıyor: “Testin doğruluğu çok yüksek. O yüzden, maalesef hemen hemen eminim. Tedaviye başlamamız lazım. Bu nadir görülen bir hastalık olduğu için kesin bir tedavi henüz bulunamadı, ama elimizden geleni yapacağız.”

Boğazınız kurumuş, yutkunuyorsunuz. Birkaç saniye ikiniz de sessizce oturuyorsunuz. Sonra aklınıza birşey geliyor.

“Yapılan testle kanımdaki bir maddeyi ölçüyorsunuz değil mi?”

“Evet. Bu hastalık her zaman bu maddenin üretilmesine sebep olur. Madde mevcutsa test muhakkak tespit eder.”

“Peki başka sebeple oluşmaz mı bu madde?”

“Nadiren, yüzde bir ihtimalle genetik sebeplerle de olur, hastalıkla ilgisi olmadan.”

“Ama…” Duraksıyorsunuz. Şoka rağmen kafanızın dişlileri çalışmaya başlıyor. Doktor acıyan gözlerle size bakıyor. Kötü haber alanların ilk yaptığı şey inkar etmektir zaten, biliyor.

“Size şimdi bir sevk…” diye başlarken sözünü kesiyorsunuz.

“Hastalık nadir görünüyor demiştiniz. Ne kadar nadir? Toplumdaki görülme sıklığı ne kadar?”

View original post 1.794 kelime daha

Oyların eşitliği ve demokrasi

Birkaç yıl önce manken/tarihçi Aysun Kayacı TV’de “dağdaki çobanın oyuyla benimki bir olur mu?” demişti. İlk başta biraz kızmıştık, demokrasi böyle olmaz demiştik. Gelgelelim zaman geçip oy verme sisteminin çürüyüşüne, ve seçmenlerin ne kadar büyük bir kısmının aklıyla değil kıçıyla oy verdiğine şahit oldukça, “yahu haklıydı galiba” diye fısıldamaya başladık. Ve bugün başka bir meşhur isim Erol Evgin’in bir röportajda söylediği şu sözleri okuduk: “Okuma yazma bilmeyen, oyuna parmak basan bir kardeşimizle, ablamızla, annemizle 3 üniversite bitirmiş birinin birer oy hakkı olması adaletli mi geliyor size sorarım. Hiç hakça değil.

Erol Evgin kibar bir insan. İnsanları küçümseyen bir havada olduğunu görmedim şimdiye kadar. Cımbızlanmış bir cümleye değil röportajın tamamına baktığınızda iyi niyetli olduğunu, bu cümleyi haksızlıklara isyan olarak söylediğini görüyorsunuz zaten.

“Herkesin oyu aynı olamaz” fikrinin havada dönüp dolaştığını, birçok aydın kişinin açıkça söylemekten ar ettiğini, ama fısıldayarak sık sık söylendiğini tahmin ediyorum. Bence “herkesin oyu aynı olamaz” dediğimizde bazılarının daha aşağı olduğunu söylemeye çalışmıyoruz; demokrasimizdeki yozluğa işaret etmeye çalışıyoruz aslında, ama elimizde daha uygun cümleler olmadığı için bu hazır kalıpla ifade edebiliyoruz fikrimizi.

Meselemizi özetleyelim: Türkiye’de seçmenlerin büyük çoğunluğu akılcı düşünerek, partilerin ülke sorunlarına teklif ettiği çözümleri karşılaştırarak oy vermiyor. Bu bütün partilerin seçmenleri için geçerli. Ancak özellikle son yıllarda, iktidar partisine giden oyların iyiden iyiye rasyonellik dışında kaldığını, ülkenin geleceği düşünülerek değil anlık ham duyguların istismarıyla kazanıldığını görüyoruz.

Lafı dolandırmayalım: Seçmenlerin çoğu cahil. Okuma, düşünme, farklılıklara tahammül etme kabiliyetleri yok. Tayyip Erdoğan’ın dünya lideri olduğunu sanacak kadar dünyadan habersizler. En basit ve saçma yalanlara kanmaya hazırlar. Oysa demokrasinin işlemesi için seçmenlerin eğitimli olması ve az da olsa akıllarını kullanmaları gerekir. Eğitimsiz bir kitleyle demokrasi değil, ancak çoğunluk zorbalığı yerleşir, ki şu anda içinde yaşadığımız durum bu.

(Cahilliğin tek bir partinin seçmeniyle sınırlı olmadığını vurgulamak isterim. Ama bir parti içinde daha fazla toplanmış olduğu kesin. Kendileri söylemişti zaten “eğitim seviyesi arttıkça hitap ettiğimiz alan daralıyor” diye.)

Madem ki demokrasi için eğitimli bir kitle şart, o zaman eğitimlilere daha çok oy hakkı vermek ilk bakışta makul gibi görünüyor. Ama değil. Hümanist sebeplere de hiç ihtiyaç yok, tamamen pratik sebepler yüzünden böyle bir sistem kurmak mümkün değil. Şöyle ki:

Diyelim ilkokul mezununun oyu bir, üniversite mezununun iki sayılsın. Ya ortaokul, lise? Birbuçuk mu diyeceğiz? Master, doktora yapanlar üç oylu mu sayılacak? Belki lise mezunu adam formel eğitimden geçmedi ama harıl harıl okudu, Bülent Ecevit gibi mesela. Sözlü sınav mı yapacağız?

Peki her üniversite mezununun eğitimi bir mi? Birisi çıkıp “benim şanlı şöhretli üniversitemin oyuyla dağbaşı üniversitesinin oyu bir olur mu?” derse ne olacak? Veya öyle liseler var ki hâlâ, oradan mezun olup üniversite okumayanlar, başka bazı üniversitelerin mezunlarından daha aklıbaşında. Nasıl ayarlayacağız puanları?

Üstelik okulda çok zaman geçirmek sağlıklı düşünebilmenin garantisi değil. Hatta tersi doğru gibi. Lisans derecesinden sonra iş hayatına geçen birçok arkadaşım var ki, Türk üniversitelerindeki profesörlerin yüzde doksanına toz yutturur. Hem her profesör aynı mı? Burhan Kuzu da hukuk profesörü, Baskın Oran da. İkisinin oyu eşit mi olacak?

Yani, işin içinden çıkamıyoruz. Kişilerin oy hakkını farklılaştırmak çekici bir fikir de olsa, bunu sağlayacak kriterleri hakkaniyetle tanımlamak imkânsız. O yüzden unutalım bu fikri.

Zaten bunlar yeni tartışmalar değil. İnsanlar dünyanın her yerinde aşağı yukarı aynı. Her ülkede cahiller eğitimlilerden daha kalabalık (bazılarının en cahili bizim en cahilimizden fersah fersah ileride bile olsa). Yüzlerce yıl ateş ve kan içinde demokrasiyi oluşturan ülkeler, bu meseleye çözümler oluşturmuşlar. Yapmamız gereken şey sadece bu çözümleri iyice öğrenmek ve uygulamak.

Belki en önemli olan iş, kuvvetler ayrılığının mükemmelen tesis edilmesi. Kötü niyetli bir politikacı, ufku dar seçmenlerin oylarını çeşitli numaralarla kapıp iktidara gelse bile, başıboş şekilde at koşturması mümkün olmaz. Bağımsız yargı kuvveti, demokrasiye zarar verebilecek düzenlemelere engel olur. Bu yüzden Tayyip Erdoğan yıllardır hep yargıya veryansın etti, “milli iradeyi engelliyorlar” diyerek propaganda yaptı, ve sonunda yargı bağımsızlığı ortadan kalktı. Oysa milli irade istediği her şeyi yaptıramaz, demokrasiye ve mevcut kanunlara aykırı şeyler “halk istiyor” diye herkese dayatılamaz. Yargı bağımsızlığı bunun garantisidir.

Kuvvetler ayrılığının yanı sıra ifade özgürlüğü, özgür basın, sivil toplum kuruluşları, toplanma ve gösteri özgürlüğü gibi demokratik haklar yine sağlam bir demokrasinin temel taşlarıdır. Bu haklar yerinde durduğu sürece cahil bir seçmen kitlesinin vereceği zarar geçici ve sınırlı kalır.

Diyeceğim, demokrasinin düzgün işlemesi için herkesin oyu farklı olsun demeye gerek yok. Dünyadaki mevcut örnekleri doğru düzgün uygulayabilsek kafi gelir.

Ama geldiğimiz durumda düzgün bir demokrasiyi nasıl yaratabiliriz derseniz, bilmiyorum!

Zamanın rüzgarı

Çevrendeki zulmü çaresizce seyrederken için içini yiyor. Elin kolun bağlı, ne yapacağını bilemiyorsun. Sadece yönetenler değil zalim olanlar; yönetilenler de onların zulmünü alkışlıyor. Kötülüğün bu dereceye varabilecek oluşunu hafsalan almıyor. Dev bir okyanus dalgası gibi, bildiğin her şeyi yerle bir eden bir şeytanlık hüküm sürüyor. Merak ediyorsun, bu kadar büyük kötülükler nasıl cezasız kalabiliyor?

Böyle öğrenmemiştin oysa. Zulme başkaldıran iyi insanların hikayeleri hep mutlulukla biterdi. Belki zorlanırdı iyiler mücadelelerinde, belki ölümün kıyısına kadar gelirlerdi, ama sonunda galip gelirlerdi. Tecrübesiz bir genç, saf bir keloğlan, köyünden çıkmamış bir hobbit, dünyadan habersiz bir avcı kız, koca koca zalimleri dirayeti, aklı ve kalbiyle toprağa gömerdi. Bu cesur gençleri görüyorsun, ama hiç biri zalimin zülmünü bitiremiyor.

Ninen de hep allaha havale etmez miydi kötüleri? Allah verecekti onların cezasını, saf ve iyi kalplileri kurtaracaktı. Daha birkaç yaz görmüş bebekleri öldüren katilleri durdurmak bir yana, neden onları zor durumlardan kurtarıyor diye düşünüyorsun, cevap bulamıyorsun.

Adalet istiyorsun. Kötülük, yapanın yanına kâr kalmasın istiyorsun. Medeniyetin temel taşı budur zaten. Ama her geçen gün umudun azalıyor. Tiranlar ve yandaşları, hesap vermek şöyle dursun, mutlu mutlu ömürlerini tamamlayacak gibi görünüyor.

Umutsuzluğa kapılma. Zamanın en güçlü yargıç olduğunu hatırla. Yıllar sonra bugünlerin nasıl anılacağını düşün. Zamanın sert rüzgarı toz toprağı süpürüp götürür, sağlam kayaları bırakır sadece geride.

Zalimler bugün seni işsiz kalma, hapse girme, linç edilme korkusuyla sindiriyor olabilirler. Ama yaptıkları kötülükleri ilelebet örtbas edemezler. Başka bir yerde, pençelerinin erişemediği insanlar onların ipliğini pazara çıkaracaktır. Propaganda araçları ne kadar güçlü olursa olsun, eninde sonunda hakikat kendini gösterir.

Yıllar sonra bugünün zalimleri, dünyayı güzelleştirenler değil, bozanlar arasında anılacaklar. “Biz onlar sayesinde değil, onlarla mücadele ederek bu günlere geldik” diye yazacak tarihler. “Geri kalmamızın sebeplerinden biri bunlardır. Onlara verilen gücü büyük işler yapmak için kullanabilirlerdi, ama açgözlülükleri ve cehaletleriyle bu fırsatı heba ettiler.” denecek.

Hangisi daha büyük bir cezadır? Haklının ve doğrunun yanında olduğunu bilerek sıkıntı çekmek mi, yoksa bir şeytan olarak hatırlanacağını bilerek altın yaldızlar içinde yaşamak mı?

Bugün Sokrates’i mi alkışlıyoruz, onu ölüme mahkum eden yargıçları mı?

İmparator Neron mu daha büyük bir insandır, yoksa öldürttüğü danışmanı Seneca mı?

Cunta lideri Evren hapse girmedi belki, ama bir zamanlar kendisini alkışlayanların sonradan ona lanet okuduğuna şahit olacak kadar uzun yaşadı. Tarihe bir kara leke olarak geçmek daha ağır bir ceza değil midir?

Belki de bunu bildikleri için bu yüzden bu kadar hırçın ve saldırgandır bu zalimler. Bir zamanlar, her genç insan gibi, doğrunun yanında olduklarını düşünüyorlardı. Dünyayı güzelleştirmeyi, adalet sağlamayı hayal ediyorlardı. Güç ve başarıyla imtihan edildiler, ama en zor imtihandır bu, sadece en sağlam karakterliler geçebilir onu. Kaldılar imtihandan. Artık karanlığın içine girdiler ve çıkışları yok. Kendi hayallerine ihanet ettiler.

Şaşaaya, kaba güce, kalabalığa aldanmamak gerektiğini Hayyam bin sene önce söylemişti. Dünya imparatoru Keykavus bile, yıkıntılar arasındaki bir kemik parçasından ibaret kalmadı mı?

Bir kuş gördüm yüce Tus kalesinde,
Keykavus’un kafa tası pençesinde.
Sorup duruyor kafaya: Hani? Nerde?
Adamların, davulun dümbeleğin nerde?

Hepimizin hayatı iki yokluk arasındaki anlık bir kıvılcımdan ibaret. Her birimiz tarihe hesap vereceğiz eninde sonunda. Dünyaya ne verdiğimizin hükmü orada dağıtılacak acımasızca.

Dürüstlük hainlik değildir

Geçtiğimiz haftaların korkunç haberlerini hepiniz biliyorsunuz: Hükümete ve Erdoğan ailesine yakınlığıyla bilinen Ensar Vakfı’nda 45 çocuğun cinsel taciz ve tecavüze uğradığı ortaya çıktı. Bu olay tek başına yeterince mide bulandırıcıyken, hükümet üyelerinin ve yandaşların bu olayı örtbas etmeye, önemsiz göstermeye çalışmaları vicdanlı insanları çileden çıkardı. Özellikle, aile bakanı sıfatı taşıyan Sema Ramazanoğlu’nun “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” demesi bardağı taşırdı. Sosyal medyada büyük bir tepki fırtınası başladı, istifa etmesi için imza kampanyası açıldı.

Ancak sosyal medya şişede durduğu gibi durmuyor. Tepki olarak paylaşılan tvitlerden birisi, Ramazanoğlu’nun resminin üstüne eklenmiş yazılar içeriyordu, ve Ramazanoğlu’nun söylemediği bir cümle eklenmişti: “Bazı yayın kuruluşları tecavüzü sanki kötü bir şeymiş gibi yansıtarak Ensar Vakfı’nı karalamaya çalışıyor.

Ramazanoğlu’nun temsil ettiği zihniyetten tiksiniyor olabilirsiniz. İdeolojik sadakatini vicdanının üstünde tuttuğunu, böyle bir cümleyi içinden geçirmiş olabileceğini de düşünebilirsiniz. Ama söylemediği bir cümleyi birisinin ağzına yapıştırmak, sebepleri ne olursa olsun, yalan söylemektir.

Bu resim Twitter’de yayıldı, birçok kişi tvitledi. Muhalif duruşuyla da tanınan bir tiyatro sanatçısı bu kısmen uydurma mesajı takipçileriyle paylaştı. Bu normal; hepimiz sık sık böyle hatalar yapıyoruz. İşin anormal olan kısmı, sanatçıya bu resimdeki ifadenin yanlışlığı söylendiğinde, hatasını kabul edip tviti silmedi. Hatayı gösterenlere kulak tıkadı, hatta onları blokladı, yani tvitlerini görmelerini ve iletişim kurmalarını engelledi. Bir süre sonra yanlışlık içeren tviti sildi, ama özür yerine şöyle bir cümle yayınladı:

Yalan bir caps olan tiviti sildim, ama dürüstlük yapıcam diye çomar yancılığı ve her türlü terbiyesizliği yapanların yeri ayrı.

İki sebeple ismini vermiyorum: Birincisi, bu sanatçının mücadelesini takdir ediyorum. AKP faşizmiyle boğuşurken sinirlerinin bozulup böyle bir hata yapması normal. İkincisi, pek çok kişinin yaptığı bir hata için bir kişiye yüklenmek doğru değil. Şurada kaç kişiyiz de birbirimizi bu kadar kolay harcayalım?

Bu örneği vermemin amacı hepimizin yaptığı duygusal bir hataya dikkat çekmek. İnsanlar konformisttir; ait oldukları gruba zıt gitmek istemezler. Özellikle de mücadelede olduğumuz bir karşı taraf varsa, bizim taraftaki hatalara işaret etmek “hainlik” olarak yaftalanır.

Sosyal medyanın insanları şahinleştirdiği, fikirlerini keskinleştirdiği bilinir. İçinde bulunduğumuz durumda bunu anlamak mümkün. Karşınızda her türlü ahlaksızlığı “kol kırılır yen içinde” zihniyeti ile örtbas eden, ideolojilerinin zaferi için her türlü yalanı ve suçu mübah gören bir karanlık olduğunda soğukkanlı olmak zor. Yine de biz kendimizi başka bir teraziyle tartmak zorundayız. Onlar ne kadar yalan söyleseler de, biz sadece doğruya bağlı kalmalıyız ki bize takacakları bir kulp olmasın. Kaldı ki, sadece gerçeği söylemek bile bu ortaçağ kulu zihniyetinin korkunçluğunu ortaya sermeye yeter, ötesine geçmeye lüzum yok.

Nihai olarak iyi bir amaca yönelik olduğunu düşündüğümüz zaman gerçeğe bağlı kalmanın gerekli olmadığını düşünebiliriz. Hatta bir mücadele içindeyken hataları gösterenleri hainlikle suçlamaya yatkın olabiliriz. Ama mücadele ettiklerimiz de tam bunu yapmıyor mu? Kendilerince doğru buldukları amaçlar için mütemadiyen yalan söylüyorlar, ve tam da bu yüzden onlarla mücadele ediyoruz.

Birçok insan bu baskı ortamında büyük sıkıntılar çekiyor, yıpratıcı bir mücadele veriyor. Yine de Nietzsche’nin öğüdünü hatırlamak gerekiyor:

Canavarlarla mücadele edenler kendileri de canavarlaşmamaya dikkat etmeli. Karanlığın içine baktığında, karanlık da sana bakmaktadır.

Bu günler geçecek. Yobaz karanlığı böyle devam edemez, beceriksizlikleri ve aptallıkları kendi başlarını yiyecek eninde sonunda. O zamana kadar, karanlığın içinde kendi cılız ışığımızla ilerlemeye devam edeceğiz, ta ki güneş doğana kadar.

Not: Aslında, buna gelene kadar, önce AKPlilere söylenecek şeydir dürüstlüğün hainlik olmadığı. Sevdiğiniz bir kurumda bir suç işlendiyse, dürüstçe bu suçu ifşa etmek ve suçluları cezalandırmak davaya ihanet değildir. Tam tersine, inceleyip kendilerini aklasalardı o zaman inançlarına hizmet etmiş olurlardı. Ama şimdi, elbirliğiyle örtbas etmeye ve önemsizleştirmeye çalışmaları yüzünden kendilerini geri dönülmez derecede iğrençliğe bulamış durumdalar. Muhafazakâr kafaya bir şey anlatmaya çalışmak boş. Ben sadece belli bir vicdanı, eğitimi, ve medeniyeti olanlara hitap ediyorum.

Not 2: Bir grubun üyelerinin kendi kendilerini dürüstlüğe zorlamaktan vazgeçtiklerinde düşecekleri ahlaksızlık çukurunu İhsan Eliaçık çok güzel ifade etmiş:

Eğer bu skandal ortaya çıkmasaydı ve tecavüz olayı vakıf içerisinde tespit edilseydi, ‘kabile şefi’ ve ‘Müslümanlar’ zarar görür endişesiyle saklı tutulurdu. İşte bu ‘putperestlik’, çocuğa tecavüz edilmesinden daha vahim.

Mesela her türlü ihale yolsuzluğu, Reza Zarrab’dan tutun da Egemen Bağış’a kadar rüşvet alan adamların hepsi bilinir, hatta içlerinden bazıları ‘Rüşvet haramdır’ diye de düşünür düşünmesine ama bu gerçeklerin ortaya çıkması istenmez. Kendilerinden olmayanlar bu skandalları malzeme olarak kullanmasın diye hemen savunmaya geçerler.

“Astrolojinin Bilimle İmtihanı”

Açık Bilim ve Yalansavar‘dan kalem arkadaşım Tevfik Uyar‘ın “Astrolojinin Bilimle İmtihanı” kitabı birkaç ay önce piyasa çıktı. Yaz başından beri bir araştırma bursuyla yurtdışında olduğum için kitabı alamadım, ama Tevfik kitabın bir nüshasını, hem de imzalı olarak bana postalama nezaketini gösterdi. Elime geçer geçmez büyük bir zevkle okuyup bitirdim.

20150918_174254Tevfik’in yazılarını okuyorsanız kalem ustalığına zaten aşinasınızdır. “İmtihan“da ise ustalığını daha da ileri taşımış. İkiyüz sayfalık bir kitabı, akıcı bir düzenleme ve renkli bir üslupla bir çırpıda okumanızı sağlıyor, astronomiden psikolojiye kadar geniş bir yelpazedeki kavramları özünü feda etmeden basitleştirmeyi başarıyor.

Kitabın yayınlanmasının ardından Tevfik medyada epey yer aldı. Kitap incelemeleri yazıldı, yazarla gazete ve TV röportajları yapıldı. Bunların tam bir listesi “İmtihan“ın Facebook sayfasında mevcut. Görülen ilgi sayesinde kısa zaman sonra da kitabın ikinci baskısı yapıldı.

Tevfik ve “İmtihan” bu ilgiyi hakediyorlar elbette. Hem mutlu oldum, hem de bilimsel konulara fazla ilgi gösterilmeyen ülkemizde pek çok güzel kitabın sessizce yayınlanıp aynı sessizlikte raflardan kalktığını bildiğim için şaşırdım. Anlaşılıyor ki Tevfik doğru zamanda doğru işe girişmiş. Belki de artık toplumumuzda eleştirel bakışa hazır, sapla samanı ayırt etmelerine yardımcı olacak kaynaklara ulaşmak isteyen bir kritik kütle oluşmuştur.


Astrolojinin Bilimle İmtihanı” üç bölümden oluşuyor. Kitap ilk bölümde astrolojinin tarihte ortaya çıkışını, yokolmaya yüz tutuşunu, sonra ticari amaçlarla tekrar canlandırılışını anlatıyor. İkinci bölümde daha fazla ayrıntıya giriyor, astrolojinin iddialarını tek tek ele alıp tutarsızlıklarını ve hatalarını gösteriyor. Üçüncü bölümde ise psikoloji araştırmalarından yararlanarak astroloji ve benzeri sahte bilimlere neden bu kadar kolaylıkla inanıldığını inceliyor.

Yıl içinde Dünya Güneş çevresinde dolanırken arka plandaki yıldızlar sabit kalırlar, ve Dünya’dan bakınca Güneş yıl içinde değişik bölgeleri gezer gibi görünür. Eski Mısır ve Sümer zamanından, belki daha da eskiden beri, insanlar Güneş’in ve Ay’ın hareketlerini takip etmişler, nereden doğup nereden battıklarını dikkatle kaydetmişler. Veriye dayanan astronomi bilimi de, hayale dayanan astroloji safsatası da bu gözlemlerden doğmuş. İnsan muhayyilesi, tanrısal bir varlık saydığı Güneş’in, daha küçük tanrısal varlık saydığı yıldız gruplarındaki gezinmesiyle mevsimsel değişiklikleri ilişkilendirmiş. Ara sıra gelen kıtlık, savaş, ölüm gibi beklenmedik olaylar da, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan “gezegen”lerle bağdaştırılmış. Meselâ MÖ 2. binyıldan kalan şu Babil tableti gibi:

“Ab ayında Venüs yükselirse, yağmurlar olacak, kıtlık ve yıkım olacaktır.
Ab ayında Venüs’ün beyaz bir alevi olursa, ülkede kıtlık olacak ya da kral çok güçlü olacaktır.
Ab ayında Venüs ufka doğru karalarak alçalırsa ya da sönük kalırsa, o ay Elam ve ordusu mahvolacaktır.
Ab ayında Venüs yükselir ve bir yıldız kayarsa, kıtlık olacak ya da kral güçlü hale gelecektir.
Ab ayında Venüs görünmezse, kral güçlü olacak ve ülke mutlu olacaktır.”

Bu kehanetler dikkatli gözlemlerden çıkmış değil tabii, bildiğiniz sallama. Günün birinde birisi Ab ayında (hangi aysa artık) Venüs’ün ufkun epey üstünde olduğunu görmüş, sonra tamamen farklı bir meteorolojik sebepten çok yağmur yağıp ekini mahvetmiş, ondan sonra “demek ki Venüs yükselirse yağmur, kıtlık, felaket!” diye genellemiş. Aynı “yersiz genelleme” yanılgısı hâlâ her gün karşımıza çıkmıyor mu? Meselâ 1999 depreminden birkaç gün öncesine bir güneş tutulması denk geldi; o gün bugündür güneş tutulması zamanlarında yersiz deprem yaygaraları koparılıyor. Bunun gerçekle alâkası yok tabii; tek veri noktasıyla böyle bir sonuca varılamaz. Nitekim uzun dönemli verilere bakıldığında depremle güneş tutulması arasında bir ilişki olmadığı görülüyor. Ama insan zihni olgular arasında bağlantı kurmakta o kadar iyi ki, olmayan bağlantıları bile hayal etmekten kendini alamıyor. Üstelik, yanlışı gösterildiği zaman bile bu hayalinden vazgeçmiyor.

Bilişsel yanlılık (cognitive bias) dediğimiz bu düşünme hataları, astroloji ve benzeri sahte bilimlerin “akla yakın” gelmesinin ve kolaylıkla yayılmasının en önemli sebebi. Bu yanılgılar bir değil, iki değil, pek çok. Yani, o çok övündüğümüz zihnimiz aslında hatalı, bozuk, güvenilmez bir makine. Bu hatalardan kaçınmanın tek yolu, varsayımlarımızın hangi somut delillere dayandığını sorgulamak ve sağlam mantık kuralları ile düşünmeye kendimizi zorlamak.

Düşünme hataları kitabın en önemli temalarından biri. Tevfik astrolojinin yanlışlığını göstermekle, yani sineği öldürmekle kalmıyor, bataklığı kurutmak için ne yapmamız gerektiğini de anlatıyor. Sahte bilimler, hurafeler, şarlatanlıklar ve aldatmacalar bilişsel yanılgılarımız sayesinde tutunabildiğine göre, bu yanılgıların ne olduğunu anlamak ve kendimizi bilerek önlem alabilmek çok önemli. Bir evrimsel kalıntı olan yanılgılar istisnasız hepimizin zihnini kirletiyor, ama dikkatli düşünmeye gayret edenler bunların etkisini azaltabiliyor.

Her türlü işte başarılı olmak için bir öğrenme sürecinden geçmenin şart olduğunda hemfikirizdir. Okumayı, yazmayı, resim yapmayı, hatta yürümeyi bile öğrenmemiz gerektiğini, bunun için çaba harcamanın lüzumlu olduğunu biliriz. Ama nedense düşünmenin kendisini öğrenmek ihtiyacı hissetmiyor, aklımıza gelen ilk şeyi doğru kabul ediyor ve sonra bu kabulümüzü cansiparane savunuyoruz. Oysa psikolojik araştırmalar, edindiğimiz kanaatlerin ne kadar rastgele olduğunu bize gösteriyor: Birkaç saniye önce görüp duyduklarımız, yorgun veya dinç oluşumuz, aç veya tok oluşumuz, kanaatlerimizi belirlemekte ağırlıklı rol oynuyor. Rasyonelliğimiz ise kısık sesli utangaç bir çocuk gibi, hemen köşesine çekilip susuveriyor.

Tevfik bütün bu maluliyetlerimizi, bilimsel çalışmalara dayanarak ortaya seriyor ve astroloji örneği üzerinden aklımızı nasıl kösteklediklerini anlatıyor. Düşünmeyi öğrenmek, tepkiyle acele yargılara varmaktan kaçınmak, ve utangaç rasyonelliğimize söz hakkı verebilmek için böyle kitapların artmasına ihtiyacımız var. “İmtihan” Türkçe eleştirel düşünce literatürünü zenginleştiren bir eser olmuş. Benzerlerinin artmasını iple çekiyorum.

Üniversitelerde kıyım ayı Haziran

Çok bilgili ve üretken bir matematikçi arkadaşım var. Yıllardır İstanbul’da Boğaz’a nazır bir özel üniversitede çalışıyor, derslerini veriyor, araştırma yapıyor, akademik görevlerini tam olarak yürütüyordu. Bir hafta önce üniversitenin insan kaynaklarından bir mektup almış. Sözleşmesinin yenilenmeyeceği mektupla tebliğ edilmiş, hiç bir gerekçe göstermeden hem de. Sadece benim arkadaşımla kalmamışlar, aynı hafta içinde eski Fen-Edebiyat fakültesi kadrosunda olan toplam 13 kişinin işine son vermişler.

Çok fena oldum, çünkü aynısını bir yıl önce şahsen yaşamıştım (gerçi benim üniversitemin İK’sı haberi şahsen tebliğ edecek asgari nezakete sahipti). Benim çıkarılma gerekçem de “son yıllarda bölüme yeterince öğrenci alınmaması” gibi bir saçmalıktı.

Özel üniversite hocası için Haziran ayı, yazın gelişini müjdeleyen keyifli bir dönem değildir. Eylül başında yenilenen sözleşmelerin öncesindeki iki aylık ihbar zamanına denk geldiği için “acaba işsiz kalacak mıyız” korkusu hüküm sürer fakültelerde.

Özel üniversitelerin ismi “vakıf”tır ama gayet kâr amaçlı çalışırlar. Kârlarını maksimize etmek için ne yapacaklar? Binaların, elektriğin, altyapının maliyeti belli olduğuna göre, çalışanlarının suyunu sıkacaklar. Az paraya çok iş yaptırırlar, yetmez, bir kısmını kovar ve onların işini de geri kalanlara yüklerler.

Kâr amaçlı olmalarının bir sonucu olarak da, köklü disiplinlere yönelik istikrarlı bölümler kurmak ve zamanla geliştirmekle uğraşmaz çoğu. Onun yerine, yılın modası olan konu neyse alelacele ona göre bir müfredat çırpıştırır, kağıt üzerinde üç dört öğretim üyesi gösterir, bunlardan birine bölümün bütün yükünü bindirir ve meselâ 100-150 kişilik kontenjan açarlar. Bu bir yıl psikoloji olur, sonra lojistik olur, sonra finans olur, sonra bilişim olur, ve saire. Ama çok ağır bir müfredat olmaması gerekir, matematik ağırlıklı olmamalıdır, yoksa öğrenci gelmez.

Bu bölümler kurulduğu kadar kolay ortadan kaldırılabilir. Modası geçer, tercih edenlerin sayısı azalır. O zaman haydii, tersine. Bunların kitle derslerini vermeleri için işe alınan matematik, fizik, tarih, edebiyat hocalarına da yol görünür.

“İş hayatında böyle, neden akademisyenler ayrıcalıklı olsun?” diye sorulabilir. Birkaç sebebi var. Birincisi, yükseköğretim planlaması çok uzun vadeli olmalıdır. Yıldan yıla dalgalanan heveslere göre rota değiştirilemez. Bir öğretim üyesinin yetişmesi, ömrünün yarısını alır.  Ciddi bir akademik programın olgunlaşması uzun yıllar sürer. Bir karar verip onda uzun zaman sebat etmeden akademik mükemmelliğe ulaşılamaz.

İkincisi, işten çıkarılan akademisyenler başka yerde kolayca iş bulamaz. Modaları takip eden üniversiteler bir sığırcık sürüsü gibi hep beraber hareket ediyorlar, ve bir yerden çıkarılanın başka yerde iş bulması mümkün olmuyor. Üniversite sayısının çok olmasına bakmayın; iş imkânları çok dar.

Daha önemlisi, aslında işten çıkarılan öğretim üyelerine ihtiyaç duyulmuyor değil. Ancak özel üniversiteler derslerin çoğunu kadrolulardan daha ucuza gelen yarı zamanlı öğretim üyelerine verdirmek istiyor. Fakat bu “maliyet optimizasyonu” değil, eğitim kalitesini düşüren, bilimsel üretimi de sıfıra indiren bir yaklaşım.

Üniversitelerin Haziran kıyımı kurbanlarına, aynı yoldan geçmiş birisi olarak naçiz tavsiyelerim:

  • Asla ve asla, bu durumun kendi yetersizliğinizden kaynaklandığını düşünmeyin. Çok yüksek nitelikli birçok insanın pat diye kapı dışarı edildiğini gördüm ve duydum. Bu üniversiteler için bilimsel niteliği yükseltmek değil, kağıt üzerinde görüntüyü kurtarabilmek önemlidir.
  • Üniversiteler “sözleşme yıllıktır, yenilememe hakkım tabii ki var” ağzı yapar, kesinlikle inanmayın. İş kanununa göre, süreli sözleşme bir kere yenilendiği zaman süresiz sözleşme haline gelir. Yani, sözleşmenizin “yenilenmemesi” değil “feshedilmesi” sözkonusudur. Fesih için de geçerli sebepler olmalıdır, delillerle belgelenmelidir. Aksi takdirde haksız fesih olur.
  • Akademik davalarda tecrübeli bir avukat bulmaya çalışın ve onun tavsiyesine göre hareket edin.
  • Asla “bütün haklarımı aldım”, “ibra ediyorum” gibi ifadeler bulunan kağıtlar imzalamayın. Masum görünen kağıtları bile avukatınıza sorun. İmza attığınız zaman “bütün yasal haklarım saklıdır” notu ekleyin.
  • Dava açmaktan çekinmeyin. Şimdiye kadar pek çok dava akademisyenlerin lehine sonuçlandı. Emsal kararlar bol. Eskiden iş mahkemesinde işe iade davası açılırdı, şimdi ise vakıfların kamu kurumu olduğu, dolayısıyla çalışanların özlük haklarıyla ilgili davaların, memurlar gibi İdare Mahkemesi’nde görülmesi gerektiği kabul ediliyor. Bu da başarı şansınızı yükseltiyor.
  • Sizinle pazarlık yapmaya, sizi yıldırmaya çalışacaklar, sağlam durun. İşe iadeden sonra çeşitli mobbingler yapabilirler, kabul etmeyin, suç duyurusunda bulunacağınızı söyleyin. Her şeyin kaydını tutun. Kaybedecek hiç bir şeyiniz yok, alttan almayın.
  • Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Ağı‘nı takip edin, yazışma listesine kaydolun.

Mücadeleden başka bir yol yok maalesef.

Benim durumum ne oldu diye merak ettiyseniz: İdare Mahkemesi’nde “idari kararı iptal” davası açtım. Ayrıca “yürütmeyi durdurma” istedim (bunu dilekçeyi verirken belirtiyorsunuz, küçük bir ek harcı var). Birkaç ay sonra mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi, böylece üniversitedeki işime şimdilik geri dönebildim (ama pek kolay olmadı; kanunen mecbur olmalarına rağmen ayak sürüdüler, avukatımın yardımıyla ve biraz diklenmeyle halledebildim ancak). Fakat dava henüz sonuçlanmış değil, bekliyoruz.

“Yükseköğretimin Serbest Düşüşü: Özel Üniversiteler”

Vakıf üniversitelerinin gitgide düşen kalitesi ve çalışma şartlarının kötülüğü artık sık sık yüksek sesle ifade edilir oldu. Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın bu konuyu işleyen Ne Ders Olsa Veririz” kitabından daha önce bahsetmiştim. Onun ardından çıkan yeni bir kitap resmi biraz daha genişletiyor.

Yükseköğretimin Serbest Düşüşü: Özel Üniversiteler” Serdar M. Değirmencioğlu ve Kemal İnal’ın editörlüğünde hazırlanmış, vakıf üniversitelerinin ticarileşmesini, kalitelerinin düşmesini, çalışma şartlarının gitgide kötüleşmesini, magazinleşmesini, ve bu sorunlara karşı filizlenen bazı örgütlenme örneklerini anlatan bir derleme.

Kitap, bağımsız olarak okunabilecek üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde yükseköğretimin ticarileşmesi konu edilmiş. İkinci bölümdeki yazılarda somut örneklerle yükseköğretimin özelleşmesinin akademik nitelikleri nasıl törpülediği, kâr amaçlı bir şirket gibi yönetilişleri anlatılıyor. Üçüncü ve son bölümde, çeşitli özel üniversitelerde örgütlenme ve sendikalaşma tecrübeleri aktarılıyor.

kitap kapağıKitabın başlığında da içinde de “vakıf üniversiteleri” yerine “özel üniversiteler” terimi tercih edilmiş. Halk arasında da aynı terimin kullanılması bir yana, azami kâr prensibiyle çalışan, pek çoğu bir patronun emri altında bulunan, PR ve tanıtıma kocaman bütçeler ayıran, hocalarına gelip geçici işgücü olarak bakan kurumlara uygun bir terim.

Kitabın bence en dişe dokunur kısmı olan ikinci bölümde özel üniversitelerin işleyişi kişisel tecrübelere ve mülakatlara dayanarak ifşa ediliyor. Üniversitelerin özelleşerek devlet tahakkümünden kurtulmalarının ve aralarında rekabet etmelerinin akademik kaliteyi yükselteceği varsayımını çürüten örnekler bunlar. Meselâ:

  • Vakıf kurucusu “patron”un her akademik karara karışması. “Burada sadece 11 öğrenci var, başka bölüme kaydırın. Üç bölümü birleştirin tek bölüm yapın, üç kişi hepsini okutsun. Burası bana para getirmiyor.
  • Patronun iflas eden şirketinin çalışanlarını öğretim görevlisi gibi üniversiteye yerleştirmesi, kadroların bu şekilde dolması yüzünden başka öğretim görevlisi alınmaması.
  • Mütevelli heyetinin, yeterince para kazandırmayan bir bölüm başkanını görevden alması, sanki kendi kabahatiymiş gibi.
  • Hiç bir akademik geçmişi olmayan üniversite kurucusunun akademik kadroyu düzenli olarak aşağılaması.
  • İşe alınacak kişiye ödenecek ücretin hiç dile getirilmemesi, önemsizmiş gibi davranılması, sorulduğunda “bizde bir skala var” deyip, sonra “bulamadım” diye konunun kapatılması. Maaş, para filan akademikliğe yakışmayan (!) basit kaygılardır ne de olsa.
  • Parayı verenin düdüğü çalması, yani rektörün akademik kararlarda bile patrona ve onun temsilcisi üniversite genel sekretere boyun eğmek zorunda olması.
  • Öğrencilerin notlarıyla oynanması, evrakların ortadan kaybolması.
  • Göstermelik öğretim üyesi dosyalarıyla bölümler açılması, “hayalet” kadrolarla idare edilmesi.
  • Çok küçük akademik kadrolu bölümlere 105-160 öğrenci alınması.
  • Bir tek klinik psikoloji uzmanı olmayan bölümde klinik psikoloji yüksek lisans programı açılması.
  • Yüksek lisansa başvuran herkesin kabul edilmesi için baskı yapılması. Bir fakültede yüksek lisansa 150 öğrencinin, başka bir fakültede doktora programına 50 öğrencinin alınması.
  • Müşteri her zaman haklıdır.” Kolay diploma vermeyen, etik itirazlarda bulunan öğretim üyelerine yıldırma uygulanması.
  • Bir üniversitede öğretim üyelerinin, MBA öğrencilerine otoparkta öncelik vermek zorunda olması.

Uzatmayalım, örnekler çok. Bu örneklerin sadece otoyol kenarı apartman üniversiteleriyle sınırlı olmadığını, Bilkent, Koç, Sabancı gibi daha itibarlı üniversitelerden de derlendiğini ekleyelim. Vakıf üniversitelerinin gösterişli reklamlarının ardında nasıl bir yozlaşma yattığını görmek isteyenler alıp okumalı.

Üniversitelerin bozuluşu sadece akademisyenlerin sorunu değil. Bu kaygıları “rahatları bozuluyor, onun için şikayet ediyorlar” diye küçümsemek yanlış olur. Kâr hırsıyla gözü dönen, öğretim üyelerini aşırı çalıştıran, bilimsel çalışmaya lafın ötesinde herhangi bir teşvik sağlamayan üniversitelerin bilimsel bilgi üretmesini, taze bilgilerle donanmış öğrenciler yetiştirmesini bekleyemeyiz. Öğretim üyeleri, aşırı ders ve idari iş yükü altında bile iyi ders vermek için geceleri, hafta sonları bile çalışırlar ama onların gücünün de bir sınırı var. Gündelik kâr peşinde olan bir kurum, eninde sonunda, uzun vadeli kalite yerine göstermelik ama ışıltılı sonuçları tercih edecek. Bu da, üniversite mezunlarının sayıları artsa da, toplumdaki ortalama bilgi seviyesi ve becerinin artmaması, yani boşuna okumuş olmak demek. İhtiyacımız olan eğitimli toplum bu mu?

Gitgide eriyen temel bilim eğitimi

YÖK başkanı Yekta Saraç bugün bir açıklama yapmış. Üniversitelerde temel bilim eğitimi veren bölümlerle ilgili “bir dizi çalışma” yürüttüklerini, geçen yıl 11’den az kayıt yapılan bölümlere bu yıl öğrenci alınmayacağını söylemiş. Bu da devlet üniversitelerinde 22 biyoloji, 31 fizik, 36 kimya, 7 matematik programının öğrenci almaması demek. Yani, geçen yıl bu alanlarda toplam 241 eğitim programı varken bu yıl 145’e inecek.

Bu yeni bir durum değil. Yıllardan beri temel bilim bölümlerinin kontenjanları düşüyor, öğrenci almıyor ve kapanıyorlar. Geçen yıl yapılan bir incelemede 2013 ile 2014 arasında temel bilimler kontenjanında %30 düşüş olduğu görülmüştü. Özetle, temel bilim eğitiminde gittikçe hızlanan bir erime var.

Bir açıdan bu erime doğal görülebilir. Bir iki öğrenci için koca bir bölümün idari ve mali yüküne katlanmak akılcı değil elbette. Bu bir doğal seçilim sürecidir, iyi olan bölüm öğrenci çeker, şu veya bu nedenle tercih edilmeyen bölüm kapatılır denebilir.

Ancak bunu basit bir arz-talep dengelemesi gibi görmek yüzeysel olur. Kendi haline bırakılan öğrenciler tabii ki “hazır meslek” kazandırmayan temel bilim bölümlerine gelmez. Gelişmiş ülkeler bile temel bilimlere öğrenci çekme konusunda sıkıntı yaşar. Avrupa ve Amerika’da ortaokul ve lise öğrencilerine bilimi sevdirmek için yoğun çaba harcanır. Bu bir devlet politikası olarak desteklenir, eğitim programlarına fon sağlanır. NASA, CERN gibi büyük bilim kurumları gençlerin bilime hevesini artırmak için özel etkinlikler düzenlerler.

Bu zahmete niye girerler? Gelişmiş ülkelerde bilinir ki temel bilim eğitimi olmaksızın ileri teknoloji üretilemez. İleri teknoloji olmadan da zenginleşilemez. Bilime taze kan sağlamak için gençlerin hevesini kamçılamak şarttır. Bunu yapmayan bir devlet, “napalım, tercih etmiyorlar” diye omzunu silkeleyerek sorumluluktan kurtulamaz.

Heveslendirmek bir yana, temel bilimden soğutmak bir devlet politikası olmuş durumda. Bakanlar seviyesinde “Bize fizikçi, biyolog değil pastacı lazım“, “biz ara eleman ülkesiyiz“, “evrimi tabii sansürleyeceğim, yukarıda allah var” gibi zırvalıklar duyan bir genç temel bilimlere yönelebilir mi?

Oysa, lafa bakarsak, devletin çok büyük teknolojik atılım hedefleri var. Uçaklar, otomobiller, hatta uzay gemileri yapacaklar. Zannediyorlar ki bu işin bir kestirme yolu var. Gelişmiş ülkeler akılsız oldukları için temel bilimlere para harcıyorlar, oysa ne gerek var, doğrudan mühendislik yapsınlar.

Yapılamaz. Atom fiziğine hakim adamın yoksa nanoteknoloji üretemezsin. Astrofizikçin yoksa uzay araştırması yapamazsın. Kimyacın yoksa yeni malzemeler yaratamazsın. Biyologun yoksa kanserle mücadele edemez, verimli tohumlar geliştiremezsin. Matematikçin yoksa bilişimde yeni icatlar yapamazsın.

Teşvik edilen tek şey din eğitimi. İmam-hatipler, ilahiyat fakülteleri hıncahınç dolu. Ama dindarlıkla gelişmiyor ekonomi. İlahiyat mezunlarını ilgili ilgisiz kadrolara yerleştirmek için her şey yapılıyor, öte yandan temel bilime girecek olanlar “mezun olunca ne yaparım” derdindeler.


Bölüm kapatmaya dair belki en kuvvetli argüman, o bölümlerin çoğunun zaten kaliteli bilim eğitimi vermiyor oluşu. Sevgili Çağrı Yalgın’ın dediği gibi, mesela yaratılışçı biyolog yetiştireceksen hiç yapma daha iyi. Ancak eğitime safsata karışması sadece az öğrenci alan yerlerde olmuyor. Maalesef en büyük üniversitelerde de yaygın. Küçük bölümlerin kapanmasıyla kalite çok yükselmeyebilir.

Bu konuda kararsızım, ama genel olarak, kötü bir şekilde bile verilse, temel bilim eğitiminin yaygınlaşmasının toplum için iyi olduğunu düşünüyorum.

Güneş tutulması depremi tetikler mi?

17 Mart’ta iki uzak gezegen bizim buradan aynı hizada görünecek diye, astrologların söylemediği felaket kalmamıştı. Geldi geçti, birşey yok. Dünkü Güneş tutulmasının depremleri tetikleyeceğini de söylüyorlar. Deprem olur mu bilmem, olabilir de, ama bu tutulma sebebiyle olmayacak, çünkü ikisinin ilişkisi yok. Yalansavar’a yazdım:

Yalansavar

ISS'den 2006 tutulması 29 Mart 2006 tutulmasında Akdeniz bölgesine düşen Ay gölgesi. (NASA/ISS)

Yaklaşık onaltı yıl önce, 11 Ağustos 1999’da bir tam Güneş tutulması görme keyfi yaşadık. Türkiye’nin kuzeybatısından güneydoğusuna doğru geçen bir hat üzerinde güneşin ay tarafından tamamen örtülmesini seyretmiştik. Ancak bu keyif uzun sürmedi, sadece altı gün sonra 17 Ağustos depremi felaketini yaşadık.

O günden bu yana akıllarda ikisi arasında bir bağlantı kuruldu. Güneş ve Ay’ın hizalanması sonucu birleşen çekim güçlerinin gelgit etkisini artırarak fay hatlarını yerinden oynatabileceği gibi yarıbilimsel bir “açıklama” da bulundu. 2004’de Sumatra’da, 2005’de de Pakistan’da güneş tutulmasına yakın zamanda gerçekleşen depremler bu söylentiyi pekiştirdi. 29 Mart 2006’da Türkiye’de gözlenebilen tam tutulma zamanında da pek çok kez deprem kehaneti yapıldı.

20 Mart’ta gerçekleşen Güneş tutulmasının arifesinde, gazetelerimiz astrologların temelsiz spekülasyonlarına sayfalarını ardına kadar açtı. Bu günlerde bir özel durum daha var: 17 Mart’ta, gerçek astronomlar keşfetmese astrologların varlıklarından bile habersiz olacağı iki gök cismi, Uranüs ve Plüton, gökte…

View original post 666 kelime daha